"Yaz bitti,
Yaz bitti
Yüksek sesle söylüyorum bunu kendime
Her yerde söylendiği gibi
Yaz bitti
Yaz bitti
Hiçbir şey hiçbir şey
Hiçbir şey
Yalnızca üşüyorum şimdi"

Murathan MUNGAN

Yaz bitti, eylülün son sıcak günleri de…
"Eyül toparlandı gitti işte,
Ekim de gider bu gidişle."
Turgut Uyar da böyle demişti, bir şiirinde.

Kış yaklaşırken daha, baharı özlemeye başlarım ben. Yılın neredeyse yarısı kış mevsimi olan bir coğrafyada doğup büyüdüğüm için belki de. Öyle zorluklarla da büyümedim; hani "Yaz gelse de içimiz ısınsa!" diyecek kadar. Kışın beni yıldırması için bir sebep yoktu. Annem babam nur içinde yatsın; biz ailece kış mevsiminin yoksunluklarını, yoksulluklarını hiç yaşamadık. Evimiz sıcacık, soframız doluydu hep. Yine de dışardaki o gözleri alan sonsuz beyazlık ve aşırı soğuk yıldırmış beni demek ki. Bir de baharın arkası yaz ya!.. Kim sevmez ki yazı? Masmavi gökyüzü, yemyeşil yeryüzü… Hatta deniz kum güneş…

Kemalettin Kamu'nun "Bingöl Çobanları"ındaki "deniz görmemiş çocukları" bile eminim ki yazı çok severlerdi.

"Daha deniz görmemiş bir çoban çocuğuyum,
Bu dağların en eski aşinasıdır soyum,
Bekçileri gibiyiz ebenced buraların,
Bu tenha derelerin, bu vahşi kayaların."

Yazın en çok sevdiğim yanı, sabahları alarmsız ama yine de erkenden uyanmak, kahvaltıdan önce çocukken bahçemizde bir ağacın altında, daha sonraları balkonda kitap okumak oldu her zaman. Zihin dinlenmiş, kafaya bin bir türlü düşünce üşüşmeden…

Her yaz tatile girerken yaz kitapları seçkisi yaparım. Bu yaz seçtiklerimden biri Ayla Kutlu'ya, diğeri Oya Baydar'a ait olan iki kitap üzerinde bir şeyler söylemek istiyorum yaz biterken. Biraz konuları, biraz bana düşündürdüklerinden…

Ayla Kutlu'yu okumuzdaki bir söyleşi sırasında tanıma şansım olmuştu. Hem yetişkinler hem çocuklar için yazan ender yazarlarımızdandır. Benim çok sevdiğim bir üslubu vardır.

"Bir Göçmen Kuştu O" Osmanlı'nın son, cumhuriyetin ilk yıllarının yokluklarını, yoksunluklarını çaresizliklerini, göçmen kuşlar gibi oradan oraya savruluşları Emir Beg ve ailesi üzerinden anlatıyor. ("Beg" derken "y" özellikle kullanılmıyor.)

1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı döneminde, o zamana kadar ırk dil din ayırımı yapmadan bir arada dostça yaşayan halkların birdenbire amansız düşmana dönüşmesiyle başlıyor olaylar.

Romanın ana karakter Adil Emir Beg'in babası Batu Beg, daha düne kadar birbirleri üzerinde tuz-ekmek hakkı olan, birlikte büyüdüğü en yakın arkadaşı tarafından savaş sırasında katledilir.

Aileden bir grup ve Emir'in annesi bir gün bu topraklara, öç almak için dönmek üzere kaçmaya başlarlar. Ama o gün hiç gelmez.

Daha bir yere varamadan yolculuğun başında anne oğul, çaresiz ve yalnız kalır. Birlikte yola çıktıkları herkes yollarda öldürülür.

Emir ve annesi Cevahir Hanımı, Urfalı bir toprak ağası olan Mahmut Ağa, Batum'da perişan vaziyette bulur.

Emir'in annesinin yalvarmalarına dayanamayan Mahmut Ağa onları alır Urfa'ya götürür. Zaten hiç çocuğu olmamıştır ve görür görmez Emir'i çok sevmiştir. Onu ve orada doğacak olan kız kardeşini evlat edinir.

Kitapta Emir Beg'in hayatı kendinden çok, hayatında yer alan kadınlar üzerinden anlatılıyor.

Emir'in annesi Cevahir, resmi nikahlı eşi Nevnihal Hanım, çocuklarının annesi Gülhayat, Mahmut Ağa'nın eşi Gülüş Hanım, Emir Beg'in kız kardeşi Helal Hanım, Nevnihal'in annesi Yeşil Hanım...

Hepsi de nev-i şahsına münhasır kadınlar... Bazıları güçlü, bazıları zayıf. Ne kadar güçlü ya da zayıf olursa olsun; zaaflarına yenilse de onların üstesinden gelebilse de erkek egemen, şer'i dünyanın kadınları... Hayatları erkeklerin iki dudağı arasında. "Üçten dokuza boşsun" dediği anda olay bitmiştir. Sen istediğin kadar güçlü ol!

Kitapta en çok dikkatimi çeken yerlerden biri de özellikle iyelik eki kullanmadan kadınların tanrıya hesap sorduğu bölümler… Çok düşündürücü.

...

"Tanrı biz sınıyor oğlum.

"Ama neden anne?"

Doğru soru bu işte! Ama neden? Tanrı neden yalnızca çocukları ve kadınları sınasın? Erkekler tanrının özel kulları mı? O zaman tanrının adil olduğu söylenebilir mi? Bu insanların uydurması değil mi?

"Dünyayı güzel yapmayı becermişsin ama insanlar olmamış tanrı. İçlerine yalnız güneşi koysan yeterdi. Işıksızlığı niye kattın?"

Günümüzün içinde hiç ışık yanmayan, güç ve para için bütün insani değerlerini yok sayan insanlarını düşününce, bu soru da çok doğru ve yerinde değil mi?

Bugün, ne istediğinin aslında farkında olmayan, aklı sıra şeriatla yönetilmeyi istediğini sanan kadınlar daha dün İran'da Mahsa Amin'in başına gelenleri sakın göz ardı etmesinler. Saçını kapatıp, makyaj yapan, saçı yerine türbanına bin bir türlü şekil veren, tayt giyen kadınlar, ne istediğini bir kere daha düşünsün. "Şeriatın kestiği parmak acımaz." diye bir atasözü vardır ya, o işler öyle olmuyor; 21. YY şeriatın kestiği parmak acıyor.

"Emir Bey'in kızları" Ayla Kutlu'nun"Bir Göçmen Kuştu O" adlı eserinden neredeyse on yıl sonra yazdığı o kitabın devamı.

Emir Bey öldükten sonra, kızları ve yine hayatındaki diğer kadınlar üzerinden cumhuriyetin ilk yıllarını, kendisinin doğruları ve yanlışlarıyla eleştirel bir bakış açısıyla anlatıyor.

Sözünü ettiğim diğer kitap ise Oya Baydar'ın ERGUVAN KAPISI…

Erguvan Kapısı'nın konusu, Oya Baydar'ın okuduğum diğer kitaplarında olduğu gibi yine bir dönem sağ-sol çatışmaları, örgütlerin iç hesaplaşmaları, örgüt içinde yükselmek için gencecik insanları acımasızca kendi tabirleriyle "ölmeye yatırmaları", derin devletin faili meçhul cinayetleri… Kısacası 1960-1990 Türkiye'sinin panoraması… "Sıcak Külleri Kaldı" adlı eserin devamı gibi ama ondan bağımsız da okunabilecek bir kitap. Bir anlamda Oya Baydar'ın kendi yaşamından kesitlerin kurguyla sentezlendiği bir eser…

Kitapta beni en çok etkileyen bölümler ölüm oruçları oldu. Devlete başkaldıran örgütlerin, istekleri yerine getirilmediği için örgüt tabiriyle "ölmeye yatan" gençlerin ölümleri…Bir çiçek nasıl ki su verilmediği, güneşe çıkarılmadığı için her gün biraz, yavaş yavaş ölür ya işte öyle …

Örgüt yöneticileri, ki onlara "önderlik" diyorlar; kimi uygun görürse ölmeye o yatıyor. Ya da öyle bir özendiriliyor, o şekilde ölüm öyle bir kutsanıyor ki onlar da kendi davalarının "şehidi" olmak için kendi istekleriyle ölmeye yatıyor.

Sonra ölüm evinde nöbet başlıyor; kendileri yiyip içerken, hiçbir şey yokmuş gibi alışveriş yaparken, gece uyuyup, gündüz işe giderken, birisinin içerde (yine kendi tabirleriyle) "sönmesini" bekliyorlar.

Hangi dava bu şekilde bir ölümü haklı kılar? Örgütüyle, derin devletiyle, siz kimsiniz? Siz ne hakla gencecik bir insanın hayatını söndürürsünüz? Bir anne-babanın gencecik evladına, bir çocuğun anne ya da babasına, bir gencin sevgilisine kıyarsınız? Hangi hayat sizin örgütteki yükselişinizden değersiz olabilir? Gerçekte onlara kim kıydı? Boyun eğmediğiniz devlet mi, yoksa siz mi?

Ne hayatlar söndü o ölüm oruçlarında. Yakın zamanda konser yasakları kaldırılmadığı için örgütlerin tabiriyle "ölmeye yatan" Grup Yorum sanatçılarından İbrahim Gökçek'le Helin Bölek'in ölümünü hep birlikte izledik, neredeyse gün gün.

Ateş yine düştüğü yeri yaktı, biz hayatımıza devam ettik.

Yaz süresince, bir kitap bitti, başka bir kitap başladı. Yaz bitti, bir kitap sayfası daha kapandı.

Umarım bir dahaki yaz sabahlarında da yeni kitaplarla güne başlarız.