Türkçe büyük derdimizdir. "Bizi biz yapan dilimizdir" demedikçe farkına varamayacağımız, önemini anlayamayacağımız bir derdimizdir. Bozulması bütün bir milleti, bugünü ve geleceğiyle bozan-bozacak, yoran-yoracak bir derdimizdir. Hüküm gāyet açıktır:
Türkçe varsa varız.

Bu kitabın anlatmak istediği budur. Yeni zamanların tâbiriyle "farkındalık" yaratmak mecbûriyetinde bulunduğumuz en köklü meselemizin Türkçe olduğunu düşündürmektir.

Dilimizi sevmek ve sevdirmek husûsunda sıkıntılarımız derindir. Türk milleti gibi dili de bütün zamanlarda hareketliydi. Dil elbette değişir. Değişmeyen dil yoktur. Yerleşik, büyük dillerde tabii değişmeler yaşanır. Biz bu konuda biraz istisnâ gibi duruyoruz. Târih asırlarında da, yeni zamanlarda da böyledir. Bu özelliğe uygun şekilde, bir asrı aşan süreden beri dili başka türlü tartışan bir toplumuz. Tâbir câizse, 1930 sonrasında dil konuşmalarımızın "ekseni kaydı". Dili, ideolojik zeminde konuşmaya ve yaşamaya başladık. Olan bellidir. Bir ideolojik bakış devlete hâkim hâle geldi. Kurum ve kuruluşlar bütün unsurlarıyla bu yeni dil hareketinin arkasına geçti. Sonunda, bu proje devlet eliyle yürütüldüğü için bir ölçüde başarıya ulaştı. Hazin bir hikâyedir. Buradan bir başka üzüntü konusu daha çıkıyor: Aydın çevrelerinde, üniversitede, medyada ve kamuoyunda yaşananları derinden kavrayışlar görmedik, görmüyoruz.

Sağ iktidarların kültür derdi yoktur

1950 öncesini bir kenara bırakıyorum. 1932'den o târihe kadar gelen dönem, kuruluş yılları ile devâmıdır ve tabiî çalkantılıdır. Dil görüşü ârızalıdır. Bunu bir ölçüde anlaşılır bir durum sayabiliriz. Fakat çok partili dönemin devlet hayâtında da aynı görüşün hâkim olması düşündürücüdür. Yeni dönemin devlet yönetenleri de aynı kayıtsızlıkla yürümüşler ve dil bozgununu tam farketmemişlerdir. Bu noktada bir tesbîtimizi söylemenin yeridir: Kendilerini milliyetçi-muhâfazakâr gören iktidarların kültüre ve dile bakışı problemlidir. Görünüşte millî ve yerli kültürden bahsederler. Yerli ve millî olanı bilme ve anlama yönünde bir gayretleri yoktur. "Bilmezler ki yapsınlar" denecek türden bir cehâlet yabancılığı içindedirler. Sathî bir bakışla söyledikleri sözlerin ve kabullerin temeli yoktur.

Dikkatleri belli noktalardadır. Sâdece ekonomik kalkınmayı düşünmüşlerdir. Bu da onlara yetmiştir. Kendini kültürle ifâde ettiğini sandığımız bütün sağ anlayışlarda, iktidar olunca yapılan budur. Mânâdan bahsederken maddeyi kastettiklerini, zihin ve gönülden ziyâde mîdeleriyle var olduklarını çok sonra farkettik. Artık biliyoruz: Sağ iktidarlar, kültürü dert edinmemek ve ekonomik açıdan bile yalnız kültürle kalkınılacağını düşünememek gafletini temsil ederler. Dilimizin bu hâle gelişinde sol politik anlayışlar kadar onların gafleti de birinci dereceden rol oynar. "Sol entelijansiya" kadar, hattâ onlardan çok bu devleti yöneten sağ zihniyetin ve sözüm ona sağ aydınların gafleti vardır. Türkiye bu hususları uzun uzadıya konuşmamıştır.

Arı dilciliğin karşısına çıkılan zamanlar elbette olmuştur. Bunlar cılız karşı çıkışlar hâlinde kalmış bir savunmadır; belki şartları düşününce bir ölçüde mâzurdurlar: Hem basın, hem de devlet gücü bu görüşlere fırsat tanımamak üzere programlanmıştır. Farklı sözlerle tekrarda fayda vardır: İktidâra gelinmiş ama dil projesinin yanlış ilerleyişi durdurulamamış, değiştirilememiştir. 1950 sonrasını bu açıdan anlatan, değerlendiren çalışmalara ihtiyâcımız var. Meselâ, okumuşlarımız 10 yıllık Demokrat Parti döneminde de hızı kesilmeden devam eden bir dil yıkımını konuşmalıdırlar. Bu dönemde perçinlenen yıkım başarısından dolayı bozgunculuğun iyice azdığı yıllar 1960-1980 arasıdır. O dönemde bâzı aydınlar, bu felâketli gidişin önünü almak için devreye girmişlerdir. Geç kalınmış bir iştir. Büyük mesâfe alındığı ve bir neslin yeni dile alıştırıldığı düşünülünce neden geç kalındığı anlaşılır. Buna rağmen geri durulamazdı, kampanya hâlinde bir karşı çıkışı bir grup aydın başlattı. Kampanyanın adı da iyi düşünülmüştü: "Yaşayan Türkçe"yi savundular ve dikkatlere getirdiler.

"Türkçenin Sırları"

Bu kampanyanın merkezinde değilse bile başında Kubbealtı gelir. 1971 yılında Kubbealtı Akademi Mecmuası bir "Beyannâme" ile okuyucularına seslendi. Nihad Sâmi Banarlı'nın hazırladığı bu Beyannâme muazzam bir çıkıştır. Bâzı aydınlar ve muhitler bu bildirinin heyecanıyla kampanyaya katıldılar. Nihad Sâmi Bey'in sesi bir çığlıktı. Kaybedilen değerlere yanmakla kalmıyor, o büyük kültürü bilmenin, şuuruna ve tadına varmanın zevkiyle Türk nesillerine yeni bir kültür dirilişinin gereğini ve yol haritasını söylüyordu. Merkezde dil vardı. Hoca, Kubbealtı kurulmadan önce, çeşitli dergi ve gazetelerde dil meselemize dokunan yazılar yayınlıyordu. Kubbealtı tam istediği ve beklediği kültür kuruluşuydu. "Türkçenin Sırları" o sırada kitap hâline getirildi. Bu güzel insanın yazılarının toplandığı bu sırlı kitap elli yıldır Türk çocuklarının dil şuurunu ayakta tutmaya yardım ediyor.

"İki Gözüm Türkçe" elli yıl sonra Nihad Sâmi Banarlı'nın dil anlayışının mütevâzı bir devâmı sayılsa yeridir. Onun yanan yüreğinin sonraki nesillere dil sevgisi hâlinde yansıması bir değil yüzlerce kitapla olmalıydı. Ne çâre, "dil gafleti"mizle olana bitene seyirci kaldık. Şuûrumuzu kuvvetlendirecek fikir eserlerine, ciddî fakat popüler yayınlara girişmedik. İlim âlemi kendi çapında dili inceledi. Güzel eserlerle bir büyük kütüphâne oluştu. Yalnız bu çalışmalar "Yaşayan dil"i güçlendirmedi, bu mânâda pek az fayda sağladı. Halbuki dil, konuşulan, yazılan ve yaşatılandır. Onun ne halde bulunduğu üzerinde durulmadı. Edebiyat ve metinler üzerinden bir dil dikkati ve sevgisi yerleştirmek gerekirken, sanırım bunu anlamakta da zorlandık, zorlanıyoruz. Türkologlarımızın belki büyük eksiği dile böyle bir bakıştır.

Sevenlerin ve sevdirenlerin izinde

İki Gözüm Türkçe, dil dikkatsizliğimizle berâber dilimizin güzelliklerini söylemeyi değişmez vazîfe kabul eden Yahyâ Kemal, Sâmiha Ayverdi, İlhan Ayverdi, Yahyâ Kemal, Necmeddin Hacıeminoğlu, Ömer Fâruk Akün, Nihad Sâmi Banarlı ve onlara benzer Türkçe sevdâlılarının izinde yazıldı. Onun için Kubbealtı Akademisi Kültür ve Sanat Vakfı'nın aziz başkanı Sinan Uluant, başka bir isim düşünmemişsem kitabı Nihad Sâmi Bey'e ithaf etmemi teklif etti. Bu hatırlatma için minnettârım.

Kitabın belli kısımları Karar ve Millî Devlet gazetelerinde yayınladığında gösterilen ilgi beni memnun etti ve yazdıklarımın kitaplaşmasında önemli bir itici güç oldu. İlgili bölümlere yer yer o yazıları da yerleştirdim. Her iki gazetenin benden ısrarla dil yazıları istemesini şükranla kaydediyorum. İki Gözüm Türkçe'nin neşrinin Kubbealtı Akademisi'nin ellinci kuruluş yılına tesâdüf etmesi büyük tâlihidir. Uygun düştüğü açıktır. Çünkü Kubbealtı'nın kuruluşunda dil –ve tabiî– kültür meseleleriyle ilgilenmek ana gāyedir.

Bu kitabı yazan bir dil bilgini değildir. Türkçe'nin gramer konularını, etimolojisini ve diğer teknik anlama konularını bilenlerden de değildir. Türkçe bilmenin akademik kısımlarıyla ikinci dereceden ilgili bir Türkçe sevdâlısıdır. Rahmetli Yılmaz Öztuna, ısrarla yazmamı isterdi. Dil dikkatimi sever ve zaman zaman abartılı bir ifâdeyle meclisine devam edenlere birkaç Türkçe bilen arasında adımı söylerdi. "Türkçe bilmek"ten kastı belliydi. Kullandığımız dile dikkat etmek, yanlışı doğruyu titizlikle seçmek, dilimizin târih içindeki mâcerâsını anlamaya çalışmak, sözlerin tadını almak ve tadını duyurmak… Bu da edebî metinlerle, özellikle şiir ve müzikle olur.

Israrla söylüyorum: Eksiğimiz bu tarz yayınlardır. Dile bu türlü bakış ve düşünme, dahası fikir söyleme bizde eksiktir. Dikkatimiz de bundan dolayı üstünkörü ve çok zayıftır. Bu kitap bir nebze dil dikkati uyandırırsa, kendimi vazîfesini yerine getirme yolunda ileri atılmış bir kimse sayacağım. Çünkü kendimi Türkçe'nin ezelî âşıkları arasında saymak büyük zevkimdir. Türk çocuğu, Bilge Kağan'ın, Tonyukuk'un, Kâşgarlı Mahmud'un, Balasagunlu Yusuf Has Hâcib'in neslindenim diyebilmenin şuuruna varmalıdır. Söylemese de Ali Şir Nevâî dedemden el aldım, bütün varlığımda Türkçenin sesi uğulduyor. Fuzûlî'den, Yahyâ Kemal'den, Fâruk Nâfiz'den, eski-yeni bütün bir cedler silsilesinden duyuşlar taşıyorum dediğini hissetmeliyiz. 

Bizi, dile böyle bir târih bütünlüğü içinden bakmanın erişilmez güzelliği söyler.

İlker, Çankaya-Ankara 28 Kasım 2019

Hangi sözlerle ninem gönlünü açmışsa bana,
Ben o sözlerle gönül vermedeyim sevgilime.
Sözlerim ninni kadar duygulu olmak yaraşır
Bağlıdır çünkü dilim gönlüme, gönlüm dilime.

Fâruk Nâfiz Çamlıbel

Heyhat bir kimse zuhur edip de lisan fikrini bizim kafalarımızda kudsîleştiremedi. Türkçe'yi sevmiyor değil, seviyoruz, fakat tıpkı vatanı Nâmık Kemal'den evvel sevdiğimiz gibi. Bu kâfi değil.

Lisan fikri bizim kafalarımızda henüz sâdelik, güzellik, doğruluk, tabiîlik gibi tâli bahislerle yer tutmuş bir fikirdir. Zannediyoruz ki bu bahisle ancak lisan meraklıları, edibler, muallimler alâkadardırlar.

Ah bu gaflet, gafletlerimizin en büyüğüdür. Aramızda kaç kişi idrak eder ki, yeni bir millet olmaya çalıştığımız bu devrede gāyeye varmak için tasarladığımız bütün terakkî, temeddün, terbiye, irfan projeleri hep bu Türkçe mes'elesine dayanıyor.

Yahyâ Kemal Beyatlı,
Edebiyâta Dâir, s.84.