"Türkleşmek, İslamlaşmak, Muasırlaşmak" adlı mukaddes kitabı, yüzüncü yılında yeniden okuduğumuzda kitabın sanki matbaaya verilmek üzere olduğuna kanaat getiririz. Çünkü Gökalp'in kitapta tartıştığı konular ve altını çizdiği başlıklar aradan geçen yüzyıla rağmen bugün dahi güncelliğini korumaktadır. Hem yüzyıl önce Gökalp'in işaret ettiği yöntemleri, bugün geldiğimiz nokta itibariyle mukayese etmek hem de Gökalp'in aziz hatırasını yad ederek, zamanı aşan eserini yüzüncü yılında tartışmak maksadıyla, bugünün Türkiye'sini, Türk Dünyası'nı ve İslam kültürünün egemen olduğu toplumları, Türkleşmek, İslamlaşmak, Muasırlaşmak başlıkları altında ele alalım.

Yirminci yüzyıla girildiğinde Türk yurtları, Ruslar, Çinliler, İngilizler tarafından bir bir işgal edilmiş ve bağımsız son Türk yurdu, iç ve dış düşmanlarca çepeçevre kuşatılmıştı. Hal böyleyken dönemin Türk aydınları, son Türk yurdunu müdafaa ve esaret altındaki Türklüğün istiklali için mucizeler aramaktaydı. Bu niyetle Türk aydınları, üç fikir çevresinde kümelenmişlerdi: Muasırcılık, İslamcılık ve Türkçülük.

Türkçülük fikriyatının öncülerinden olan Ziya Gökalp, Türk aydınlarını fırkalaştıran bu üç fikrin, birbirleriyle çatışan savlar olmadığını, esas itibariyle birbirini tamamlayan tek bir düşünce sisteminin ürünü olduğunu ortaya koymak için 1918 yılında "Türkleşmek, İslamlaşmak, Muasırlaşmak" adlı kitabını yayınladı. Ziya Gökalp, yüzyıl önce yayınlanan bu kitabında dönemin olaylarını, içinde bulunduğu çağı milliyetler çağı kabul ederek tahlil etmektedir. Ortak dili konuşan insan cemiyetlerinin bir millet olduğunu, milletlerin milli benliklerini kavrayarak sağlıklı bir toplum inşa edeceklerini, insanlığın ortak mirası olan ve toplumun yaşayışına fayda sağlayan bilimin, fennin, tekniğin Avrupa'dan temin edilerek milletin muasırlaşacağını ve İslam kültürünü paylaşan milletlerin bu yolla kurtulup bütünleşeceğini savunuyor.

Bu mukaddes kitabı, yüzüncü yılında yeniden okuduğumuzda kitabın sanki matbaaya verilmek üzere olduğuna kanaat getiririz. Çünkü Gökalp'in kitapta tartıştığı konular ve altını çizdiği başlıklar aradan geçen yüzyıla rağmen bugün dahi güncelliğini korumaktadır. Hem yüzyıl önce Gökalp'in işaret ettiği yöntemleri, bugün geldiğimiz nokta itibariyle mukayese etmek hem de Gökalp'in aziz hatırasını yad ederek, zamanı aşan eserini yüzüncü yılında tartışmak maksadıyla, bugünün Türkiye'sini, Türk Dünyası'nı ve İslam kültürünün egemen olduğu toplumları, Türkleşmek, İslamlaşmak, Muasırlaşmak başlıkları altında ele alalım.

TÜRKLEŞMEK:

Ziya Gökalp'in kitabında vurguladığı gibi çağımız milliyetler çağıdır. İki yüz elli yıl evvel sistemleştirilen bilimsel milliyetçilik düşüncesi, on dokuzuncu ve yirminci yüzyılda Orta Çağ'dan kalma beynelmilel imparatorlukları bir bir devirerek, tarih okuyucuları için kütüphane raflarına dizmiş ve içinde bulunduğumuz Yakın Çağ'ı inşa etmişti. Dün, Balkanlar ve Kafkaslarda vuku bulan savaşlar ve bugün Orta Doğu ile Avrupa'da yaşanan olaylar, milliyetçiliğin hala geçerli bir fikir olduğunu kanıtlamaktadır. Türk Milleti de bugününü ve yarınını bu gerçekliği esas alarak değerlendirmeye mecburdur. Bunun tek yolu da Türkçülük fikrinin, üç-beş partinin programından, gelip geçici hükümet politikalarından öte devletin resmi ideolojisi olmasıdır. Türkçü politikalarla Türk halkları yeniden Türkleştirilmeli ve Türk Milleti'nin mevcudiyeti, istikbali ve yaşam alanı güvence altına alınmalıdır.

*****

Türk halklarını Türkleştirilmenin ilk adımı, Ziya Gökalp'in altını çizdiği gibi ortak dil oluşturmaktır. Bunu en az Ziya Gökalp kadar Türk düşmanları da bildiği için geçen yüzyıl içinde Türklük, en büyük darbelerini dil üzerinden almıştır. Yüzyıl önce ortak bir alfabe ve her geçen gün birbirine daha fazla yakınlaşan bir konuşma diline sahip olan Türkçe, Sovyet Emperyalizminin uyguladığı Ruslaştırma politikası neticesinde iki kez alfabe değişikliğine maruz bırakıldı. Türkistan Türklerinin ortak Türkçe alfabesi de her şive ve lehçeye ayrı bir yazım alfabesi verilerek parçalandı. Sosyalizm, bir milleti halklara böler sonra o halkları kardeş ilan eder. 1928-37 yılları arasında Atatürk'ün şahsi ısrarı ile yürüttüğü Türkçe'nin araştırılması, yabancı kalıplardan, kelimelerden kurtarılması, halka öğretilmesi ve geleceğinin güvence altına alınması çalışmaları, Ulu Gazi'nin vefatıyla askıya alındı. 1940'lardan itibaren bugüne kadar Türkçe, dil emperyalizmine açık hale getirildi. Herhalde Sovyet Emperyalizminden sonra Türkçe'nin yediği en büyük darbe Türkiye'nin denetimden yoksun bir biçimde çok kanallı yayın hayatına geçmesi ve internetin herkese eriştirilmesi olmuştur.

Son yirmi sekiz yıl içerisinde önce televizyon ardından hem televizyon hem internet aracılığı ile Türkçeyi istila eden kelimelerin haddi hesabı bulunmamaktadır. Durum artık öyle bir hal almıştır ki, bugün o kelimeleri kullanmadan gündelik iletişim kurmak imkansız hale gelmiştir. Bağımsızlığını kazanan Türk Cumhuriyetleri, Rus etkilerinden kurtulmak ve ortak bir Türkçe alfabe için bir bir Latin alfabesine geçmiştir. Peki, konuşma dili? Bunun için ne yapılmaktadır? Veya hala esaret altında olan ve yıllar geçtikçe konuşan kişi sayısı eriyen diğer Türkçe lehçeler, bugün hangi ahval içerisindedir? Bunlar hiç düşünülüyor mu? Takip edebildiğimiz nispetiyle hayır. Hadi Turancı değilsiniz, hiç olmadı Türkiye Türkçesini muhafaza edin, Türkiye içerisinde yaşatın. Yabancı kelimeleri çıkarmasanız dahi dilin geleceğini güvence altına alın. Tabi bu hayati konuyu seksen milyonluk memlekette yalnızca üç beş bin Türkçü genç ve üç beş aydın dert etmektedir. Ne milli iradenin, ne siyasal iradenin böyle bir derdi bulunmamaktadır. Dil hususunda içinde bulunduğumuz durum, yüzyıl önceki durumdan daha kötü ve gün geçtikçe de hızla kötüleşmektedir. Böyle giderse kendi kendine bırakılan bir ulusun, kendi kendini nasıl yok edebildiğinin en bariz örneği, insanlık için biz olacağız.

Oysaki dil politikası, bu işin altından kalkabilecek bir heyet tarafından bir program dahilinde ve devletin yaptırım gücü inatla kullanılarak yürütülmelidir. Hem Türkiye'de hem de Türk yurtlarında dil politikalarının propagandası için büyük bir bütçe ayrılmalıdır. Mesela Türkiye'de cami yapım ve onarımı durdurularak, boşa israf olan vergiler, Türkçe'nin geleceği için kullanılabilir. Ayrıca ülkemize sığınan sığınmacılara yapılan tüm masraflar kesilip, Yakut Türkçesi, Tıva Türkçesi'ni yaşatmak için harcanabilir ve böylece Türk Milleti'nin Türklük için verdiği vergilerin sömürülmesinin de önüne geçilmiş olur. Tabii Türkiye'de iktidar olan bir parti böyle bir politika yürütse bir dahaki seçimde "milli irade" tarafından sandığa gömülür ve aptallar bunu kutlar. Türkçe'nin sadeleşmesi, arılaşması, korunması, geleceğinin güvence altına alınması ve Türk halklarınca ortak bir dil yapılması için gelip geçici hükümetlerin üstünde bu konularla alakadar olan bir kurumun var olması gerekmektedir. Aksi halde Türkçe'nin geleceği tehlikededir. Değil dağılmış Türk boylarını millet haline getirmek, torunlarımızla dahi iletişim kuramaz bir hale gelebiliriz.

Dil hususunda görülen yetersizlikler ve savsaklamalar edebiyat alanında da kendini göstermektedir. Hala bir milli edebiyat oluşmamış haldedir. Cumhuriyet sonrası gelişen Türkiye Edebiyatı'nda, Türk Edebiyatı'nın ürünleri görülmekle birlikte eklektis bir yapıdadır. Evrenselleşme adı altında birçok milletlerin edebiyatlarından seçilen eklemelerle bir Türkiye edebiyatı oluşturulmuştur. Bir eserin, Türk edebiyatına dahil edilmesi için yalnızca Türkçe mi yazılması lazımdır? Bu ve bu gibi nice konular çözülmediği ve bir ananeye dönüştürülemediği için milli bir edebiyattan bahsetmek mümkün görünmüyor. Dilde olduğu gibi edebiyatta da bütüncül bir yaklaşım söz konusu değildir. Bir kişi, edebiyat mezunu değil ise Türkistan şairlerinden ve yazarlarından habersiz kalmaktadır. Çünkü edebiyata yalnızca Türkiye Türklerinin gözüyle bakılmaktadır. Bu ülkede yanlış eğitim dahi eksik veriliyor. Bir Türk gencinin kendinden edebiyat merakı gelişmemişse, Ahmet Cevat, Selim Han Yakup, Şehriyar, Cengiz Dağcı, Cengiz Aytmatov, Magcan Cumabay ve daha nice büyük Türk şahsiyetten habersiz kalmaktadırlar. Türkoloji'nin en önemli iki ayağı olan dil ve edebiyat alanında bu kadar disiplinsiz bir devletin bilinçli yurttaşlar yetiştirmesini beklemek hayalperestlik değil midir? Bugünü, yüzyıl önceyle mukayese ettiğimizde dil ve edebiyat konusunda birçok darbeler yaşanmasına rağmen hiçbir çözüm üretilememiş, yüzyıl boyunca bir arpa boyu yol gidilememenin yanında çözülmesi güç nice yeni sorun yaratılmıştır.

*****

Türk halkları dil ve edebiyat alanlarında Türkleşemediği gibi tarih ve kültür alanında da Türkleşememiştir. Ne Türkiye, ne de Türk halkları, milli tarihlerine bütüncül yaklaşmamaktadır. Yaklaşılamadığı için tarih bir ilim meselesi olmaktan çıkarak milleti kutuplaştıran ideolojiler halini almaktadır. Bugün her Türk boyu kendini bir millet görmekte ve Türk tarihini kendi boyu üzerinden kabul etmektedir. Bu da Türk halklarını yakınlaştırmak yerine uzaklaştırmaktadır. Türkistan Türklerinin böyle bir yozlaşma yaşıyor olması makuldür. Sonuçta yetmiş yıllık bir Rus komünizminden geçmişlerdir. Peki ya Türkiye'ye ne oluyor? Türkiye doksan yıllık bağımsız bir Türk devleti değil midir? Milli bir eğitimi yok mudur? O halde tarihte çözülememiş bunca mesele nedir? On iki yıl eğitildiği halde gençlere verilemeyen bu tarih bilgisi ve bilinci nedir? Kişi, lise veya üniversite mezunu fakat Türk tarihinin ana hatlarından bihaber. Bunlara on iki yıl ne öğretiliyor?

Bu rezil eğitimin yanında tarihimiz de bir sisteme oturtulamamıştır. Ulu Gazi devrinde birkaç kere denenmiş, onda da politika-tarih iç içe geçmiştir. Ondan sonra da dil gibi tarih çalışmaları da askıya alınmış ve o günlerde gelişmeye başlayan gerici edebiyatçıların anlatılarına dayanan tarih anlayışı bugün gerçek tarihin yerini almıştır. Televizyonun ve internetin daha doğrusu TBMM'nin bir denetimden yoksun oluşu tarih konusunda da milletleşmemizi engellemiştir. Bugün Türk Dünyası tarihçilerini bir araya toplayarak bütüncül bir tarih anlayışı oluşturmak ne derece zordur? Denecek ki buna benzer çalışmalar zaten yapılıyor, yaptırımı olmayan çalışma yalnızca akademik çalışmadır. Yapılıyorsa milli eğitimin tarih kitapları niçin döküntü haldedir? Veya Türk tarihini taassupları, bağnazlıkları ve çıkarları gereği çarpıtan, çarpıtmakla kalmayarak yaşamlarını Türklüğe adamış şahsiyetlere söven kişiliksizler, nasıl devlet kanalına çıkabiliyor? Kanallar böyle isimleri çıkarmak, yayınevleri kitaplarını basmak ve dernekler konferans için birbirleri ile yarışmaktadır. Bunları dinleyen, okuyan bir neslin bu ülke de çocuk yetiştirdiğini düşünün, Türklüğe bundan daha büyük bir zarar verilebilir mi? Elbette ki hayır.

Her konuda olduğu gibi bu konuda da çözüm için hiçbir kurum bir çalışma yürütmemektedir. Tarih bilincinin eksikliğinin 1970'lerde ve 15 Temmuz'da nelere sebebiyet verildiği görüldüğü halde hala gerekli çözümler aranmamaktadır.

Türk Halkları arasında yüzyıl önce birbirine çok yakın olup yaşanan gelişmelerle bugün birbirinden uzaklaşmaya başlayan bir başlıkta kültürdür. Yüzyıl evvel ortak bir Türk kültürü olmasa da ortak bir İslam kültürü bütün Türkler arasında hakimdi. Türk halkı ümmetçilik altında Osmanlı Sultanına da tabi sayılırdı. Türk aydınları da muasır Türkçülük düşüncesiyle İstanbul'daki aydınlara yakınlık göstermekteydi.

Ulu Gazi'nin gerçekleştirdiği birçok devrim gibi kılık ve kıyafet devrimi de Türk Ulusunun İslamiyet adı altında Araplaşmadan kurtaran milli hamlelerdi. Fakat, bunun yerine getirenlerin ekseriyeti medeniyetçilik adı altında Avrupa'nın yaşam kültürüydü. Elbette Arap'ın serpuşu olan sarık baştan atılacaktı, peki o şapka kimin serpuşuydu? Araplaşmayı durdurup Frenkleşmek nedir? Bugün yüzyıllar boyunca yaşayan nice folklorumuz, batı kültürünün altında ezildi, unutuldu ve gitti. Kuşamlar tek tipleşti. Evlerin içi, dışı, mahalleler, kentleşmeler, sosyal alanlar her şey hızla Frenkleşti. Zaten ilk kez halkın reyi ile gelenler "Türkiye'yi küçük Amerika yapacağız" diyorlardı. Bugün hala Türk Ulusu, her alanda Frenk-Arap kültür emperyalizminin kıskacında katledilmektedir.

İslam'dan önce Türkler ne giyerdi, yerleşimleri nasıldı, bunlar milli bir mimari, milli bir moda, milli bir kent düzeni yaratılabilir mi diye bir düşüncemiz dahi yoktur. Yine Türkistan Türkleri, komünizmin tüm zulmüne rağmen bugün bizden daha fazla öz kültürlerini yani Türk kültürünü yaşatmaktadırlar. Eski Türk giyiminden bir üniforma oluşturmak ve bu üniformayı okul için mecbur kılmanın ne zorluğu vardır? Börklü, kaftanlı Türk çocuk ve gençlerinin görüntüsünün neresi çirkindir? Bu kuşam eğitim için zorunlu kılınsa belki zamanla Türk yaşamına da egemen olabilir. Ne yazık ki bugünün Türk gencinin Türklüğü yalnızca kanıdır. Giyimi, konuşması, yemesi, içmesi, oturması, kalkması, düşünce sistemi, hayalleri tamamıyla Frenk'tir.

Türk Devleti eliyle yapılan toplu konutlar, 1950'lerden kalma komünist Polonya'nın tek tip binalarına benzeyeceğine hiç yoktan Safranbolu evlerini örnek alamaz mı? Bugün hala göçebe yaşam biçimini sürdüren Türkiye'deki ve Turan'daki Türk boylarının yaşatılması için ortak bir fonumuz var mıdır? Fondan da önemlisi böyle bir derdimiz var mıdır? Bütün Moğolistan, İzmir gibi olacak ardından yaşatma dernekleri mi kuracağız?

Sinema da kültürünün yönlendirilmesinde önem arz etmektedir. Alaska'da yaşamı öven bir filmi izleyen arkadaşlar, dünyadan kopukluğumuza güvenerek böyle bir hayata ne dersin seviyesine gelmektedirler. Oysa Alaska'nın üç katı büyüklükte uçsuz bucaksız bir Türk yurdu olan Yakusitan'dan dahi habersizler. Türk tarihi ve Turan coğrafyası, keşfedilmemiş bir maden olarak durmaktadır. Fakat bunun için risk alacak olan yapımcının, yönetmenin, senaristin devlet eliyle teşvik edilmesi gerekmektedir. Cumhurbaşkanı ve Başbakana verilen ve nereye gittiği belli olmayan örtülü ödenek, böyle eylemler için kullanılırsa hem oradaki Türkler, hem o Türk ülkesi, hem de biz kazanırız.

*****

Türkleşmek, İslamlaşmak, Muasırlaşmak kitabından yola çıkarak bugüne baktığımızda yüzyıldır yerimizde saymamızın birçok nedeni olsa da en mühimi millet ve devlet olarak yürütücü bir hedef belirmemizdir. Yüzyıl boyunca Türkler ne için yaşamışlardır? Yüzyıl boyunca milletçe çalışma, didinme, cefalara katlanma, boğazımızdan ayırarak verilen vergiler, yeri geldiğinde can verme, niçin? Milletçe koşuşturmamızın sebebi nedir? İskandinav ülkeleri gibi bolluğa ermek, Avrupa Birliği'ne girmek midir? Bu gibi sonuçlar Türk Milleti için bir hedef olabilir mi? Türkiye Türkleri olarak biz, Türkmeneli'ni, Kırım'ı, Karabağ'ı, Ural'ı, Doğu Türkistan'ı düşünmeden kendimize bir yön çizebilir miyiz? Kırım'daki Hanlık mimarisi tuzla buz edildiğinde, Karabağ'da Ermeni sancağı dalgalandıkça, Kırgızlar Manas'ı anmayı bırakınca biz yine biz olabilir miyiz? Bizi biz yapan değerler bütünü, mazimiz değil midir? Eğer tarihimizi Anadolu'dan başlatır, millet yerine yurtseverlik üzerinden bir Anadoluluk yaratırsak, hafızasını kaybetmiş bir insandan farkımız kalır mı? Elbette ki bu soruların yekûnunun cevabı olumsuzdur. Biz, bizi biz yapan değerleri özümsedikçe biz olabiliriz. Öbür türlü kimliksiz bir et yığınından farksız oluruz.

Muhakkak yüzyıl boyunca tüm mücadelemiz, yurdumuzun daha gelişmiş bir yer olması, yurttaşlarımızın daha refah bir hayat yaşaması içindir. Avrupa ile biz kalarak bütünleşmemiz muasırlık için mühim bir adımdır. Fakat tüm bunların ötesinde bizimle aynı kanı paylaşan, –evet, kan- aynı kültürü yaşatan, aynı tarihi anan, aynı dili konuşan, bizden izler taşıyan elleri paylaşan Türk halklarına da karşı bir sorumluluğumuz vardır. Başka bayrak altında yaşayan Türklerin, mevcudiyeti, benlik bilinçlerini muhafazası, yurtlarının hürriyeti ve tüm bu insan cemiyetlerinin kültürel veya siyasal olarak bir araya gelmesi, Türk Devleti olan Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin milli ülküsüdür. Tabii işin içerisine "ülkü" kelimesi girdiğinde malum çevrelerden birçok ses yükselmekte ve Ulu Gazi'nin Türk Birliği ülküsüne karşı olduğunu iddia edilmektedir. Buna inanmamakla birlikte öyle dahi olsa Mustafa Kemal'in buna karşı olması bir anlam ifade etmez. Türk Milleti'nin milli ülküsü, bütün şahsiyetlerin üzerindedir. Milli ülküyü şahıslar değil milletin destanları belirler. Oğuz Kağan okundukça, Orhun kitabeleri ayakta durdukça bütün Türklerin ülküsü, Turan'dır. Bazı gerçekliklerin reddi bir anlam ifade etmez. Bir alığın suyun kaldırma kuvvetini reddetmesinin bir anlam ifade etmeyeceği gibi. Konunun bir Turancılık başlığına dönüşmemesi için bu tartışmalar es geçilmektedir.

Dönem içerisinde Ulu Gazi, asırlar boyunca geri kalmış Türk Milleti için bir devlet adamı olarak muasır medeniyetler seviyesini erişmeyi milli ülkü olarak kutlu Onuncu Yıl Nutuk'unda ifade etmiştir. Bu niyetle de ileriye yönelik büyük yatırımların teşvikçisi olmuştu. Bunlarda 1940'larda askıya alınan çalışmalardan oldu. Türkçülüğün içimizdeki ehli dalalet tarafından durdurulması Türk Milleti'ni başıboş bir yığın haline getirdi. Gazi'den sonra Türk Milleti'nin Serengeti düzlüklerinde sürü halinde koşan bufalolardan farkı kalmamıştır. Diğer bölümlerde zikredilen nice sorununda etkisiyle ülküsüz kalan Türk gençliği, sosyalizmi, nurculuğu, ümmetçiliği, batıcılığı, Fethullahçılığı, Avrasyacılığı kendine ülkü edinmiştir. İçten içe Türklüğe, Türk Milleti'ne hizmet ettiğini düşünen bu insanların memlekete verdiği tahribat içinde bulunduğumuz dönemde daha iyi anlaşılmıştır. İnsan, varoluşsal ızdırabını dindirebilmek için kendine bir ülkü edinmek ihtiyacı duyar ve agnotolojiye kapılarak yanlış yolları ülkü edinir. Bunun millete birçok maddi zararı olsa da en önemlisi millet tarihinde kayıp nesillerin yaratılmasıdır.

27 Mayıs İhtilali'nden sonra oluşan Milli Birlik Hükümeti'nde başbakanlık müşteşarlığı görevini yürüten Alparslan Türkeş, 1961 Anayasası'na milli ülküyü ekletmek için mücadele etmiş fakat daha sonra gelişen olaylarda rejim karşıtlığı aşikar olan bazı subaylar tarafından engellenmişti. Devletin kendine bir ülkü çizememesi nedeniyle, istikrarsızlık ve hatalı politikalar kutlu milletimizin makus talihi haline gelmiştir. Millet on yıllar boyunca tüm enerjisini iç çekişmelere harcamış, büyük ekonomik kayıplara uğranım, milletin alın teri berhava olmuştur. Dış politika da bu basiretsizlikten nasibini almıştır. 1980'lerde Bulgaristan'da Türklere yapılan zulümler, 1990'larda Karabağ'ın işgali, gafil hükümetlerin yardımıyla güneyimizde bir Kürt devletini elimizle inşa etmemiz, Mısır ve Suriyeli teröristlere açık kredi verilirken, Türkiye'de kitlesel mitingler yapılırken Kırım'ın sessiz sedasız Ruslar tarafından işgali, bağımsız Türk devletimizi lağvederek ortak bir Kıbrıs yaratma çabalarımız ve Avrupa Birliği dayatmalarına katlanmak zorunda hissimiz hep milli ülkünün yoksunluğundan kaynaklanmaktadır. Tabii bir de Türkistan Türkleriyle gerektiği kadar işbirliği geliştirilmemesi, başka bir sorundur. Türkistan kendini hala Moskova'ya bağlı görmektedir. Moğolistan, Çin'in kıskacındadır. Uygur, Tanrı'ya emanet haldedir. Erşat Salihli kapımızda yardım talep ederken bizim hala İhvan için ayağa kalkmamız içinde bulunduğumuz bocalamanın somut örnekleridir.

Geçtiğimiz yüzyıl içerisinde Türklüğün geldiği nokta, an itibariyle yüzyıl öncesine kıyasla daha kötü bir durumdadır. Bunların baş sebebi de milletimizin güngörmüş, kocamış, aksakal, devlet adamı varlığından yoksun olmasıdır. Milli meseleler, demokrasiye, partizanlığa, politikacılığa sakız olmuştur. Bunun içindir ki, ileri gitmeyen millet gerilemeye başlamıştır. Türk Halklarının Türkleşmesi, ortak bir millet bilincine erişerek, mevcudiyetini, istikbali ve yaşam alanını muhafaza için varlığın, doğanın, canlılığın, hayvanların, insanların, insanın, toplumun, teşkilatlanmanın, zamanın, tarihsel evrimin ne olduğu bilen değil, kavrayan bilim insanları tarafınca sistemli bir biçimde idare edilmesi şarttır. İnsanların taassubuna, cehaletine, güdülerine ve ideolojik, pragmatist, oportünist politikacılara bırakılamaz.

Türklük, kaderine terk olunamaz!