2001 Krizi patlak vermişti. TL bir gecede %40'tan fazla kaybetti.

Hükümet dış borçları ödeyemez hale gelmişti.

Yurt dışından 'Süper Bakan' Kemal Derviş getirildi, ve olağan üstü yetkilerle donatıldı. IMF ile anlaşmaya gidildi. Zor bir anlaşmaydı bu. Bir çok kurum kapatıldı, IMF'den borçlanabilmek için bir çok insanımızın cüzdanını ve canını acıtacak adımlar atıldı.

IMF'den para geldi. Hükümetin gösterdiği kararlılık ve IMF ile uyumlu çalışma yavaş yavaş yabancı yatırımcının da az da olsa tekrar güveninin sağlanmasına yaradı.

Sıkıntıların en çoğu atlatıldığında ve ekonomi tekrar ufak adımlarla iyiye doğru gitmeye başladığında 15 Temmuz 2002'de kürsüye çıktı ve

"Siyasi hayatımızda çok hızlı gelişmelerin yaşandığı çalkantılı bir dönemden geçilmektedir. Türkiye artık dönüşü olmayan bir erken seçim sürecine girmiştir….

İçinde bulunduğumuz şartlar ve erken seçim sürecine girilmesini gerekli kılan gelişmeler kamuoyumuzca bilinmektedir." dedi.

3 Kasım 2002'de erkan seçim oldu.

MHP Meclis dışında kaldı.

Yine kameralar önüne çıktı ve

"Ortaya çıkan sonuçlar milletimizin hür iradesiyle şekillenmiştir….

Bu sonuca her kişi ve kurum saygı duymalıdır. Milliyetçi Hareket Partisi'nin bu seçimlerde baraj altı kaldığı görünmektedir….
Bu sebeple Milliyetçi Hareket Partisi genel başkanı olarak sorumluluk şahsıma aittir. Bu sorumluluk anlayışıyla 2003 yılında büyük kurultayı toplanacak olan MHP'yi yeni yönetime kavuşturmak ve yeni bir genel başkan önderliğinde kutsal davamızı hedefe taşıyacak bir yapıyı oluşturmak görevim olacaktır." dedi.

Bu sorumluluk göstergesinden utandıklarından mıdır, artık nedendir bilinmez, MHP' gibi baraj altında kalan DYP ve ANAP'ın genel başkanları Tansu Çiller ve Mesut Yılmaz, görevlerinden istifa ettiler.
Ama o etmedi…

Sonra uzun yıllar ne deyip ne etmediği kimseyi ilgilendirmedi aslında. Ta ki 2007 genel seçimleri yaklaşana kadar.

2006'nın sonunda "Burada temel sorun, AKP yöneticilerine hâkim olan idrak zaafiyeti ve zihin bulanıklığıyla da sınırlı değildir. Bundan da vahim olan, sayın Başbakan'ın, bazı odakların etkisiyle, etnik bölücülerin amaçları doğrultusunda, Türkiye'nin milli birliğini ve güvenliğini tehlikeye atacak bir süreci başlatmaya sıcak bakması, en azından buna açık bir tavır sergilemesidir." dedi.

22 Temmuz 2007 seçimleri oldu, artık ANAP ve DYP yok olmuştu ama MHP hala vardı ve 71 sandalye ile Türkiye Büyük Millet Meclisine tekrar girdi.

Seçimlerden 3 hafta evvel, 1 Temmuz'da Erzurum'da kürsüye çıktı ve hükümete neden bebek katilini asmadıklarının hesabını sordu ve "Yoksa asacak kadar ip mi bulamıyorsun? Al sana ip, as." diyerek elinde tuttuğu ilmik atılmış ipi kalabalığa fırlattı.

Bir sene sonra, 2008'de, hükümetin 'Açılım' siyasetini "Bölücülük üzerinden çok tehlikeli ve kirli bir siyaset yapan Başbakan'ın içine düştüğü ve gerçek kimliğine ayna tutan çelişkiler yumağı, her yönüyle ibret ve esef verici bir ikiyüzlülük örneğidir....
Türkiye'yi hain bir suikastın hedefi haline getirmek isteyen ihanet cephesi çok iyi bilmelidir ki Büyük Türk Milleti, birliğine ve bütünlüğüne uzanan elleri ne pahasına olursa olsun mutlaka ama mutlaka kıracaktır" diyerek eleştirdi.
Yine aynı yıl Başbakan Erdoğan'a, "Bozkurdun nefesi ensendedir" diye seslendi ve "Burada bir yolsuzluk varsa, cenabı Allah nasip ederse iktidara gelince 7 sülalenden hesap sormazsam
namerdim." dedi.

Her ne kadar ne zaman gerekse hükümetin işini kolaylaştıracak hamleler yaparak gereken desteği verse de, o dönemler söylemleri çok sertti.

Örneğin 2009'da "Özellikle hükümetin sözde çözüm çalışmaları İmralı canisini tekrar eski yönetim gücüne kavuşturmuş, Kandil kadrolarının desteği ile Başbakan Erdoğan'ın açılım ikizi haline gelmiştir. Bu itibarla Başbakan'ın MHP'nin karşı duruşu ile çark ederek 'tek devlet, tek millet, tek bayrak, tek vatan' söyleminin de inandırıcılığı kalmamıştır. Adına 'milli birlik projesi' denilmesi ile tam bir aldatma ve göz boyamadır." diye konuştu.

Ama sadece dönemin başbakanı Erdoğanı hedef almıyordu bu söylemler. Aynı şekilde dönemin cumhurbaşkanı Abdullah Gül için "Hangi seviyede olursa olsun, bu tür bir dış müdahale korkusu ve tehdidi yaşayan bir yöneticinin milli konularda bağımsız karar verebilmesi asla söz konusu olamayacaktır. Bu sözlerin sahibinin yıllarca milletvekilliği, bakanlık ve başbakanlık yapması ve özellikle son dönemlerde Dışişleri Bakanlığı ile iki yıldır da Cumhurbaşkanlığı görevinde bulunması, ülke güvenliği ve geleceği açısından başlı başına vahim ve talihsiz bir durumdur." dedi.

2010 referandumuyla alakadar hükümete tepkiliydi, ve referandumda 'Hayır'ı savundu. Konuyla alakadar şöyle konuştu: "Başbakan'ın Anayasa değişikliği konusundaki gizli amacı ve niyeti 'etnik bölücülüğün önünü açmak ve yolsuzlukların hesabını vermekten kaçmak'tır.
Bu nedenle bütün ümidini Türk milletini son bir kez aldatarak referandumda evet çıkmasını sağlamaya ve kendisini koruma altına alacağını hesapladığı yandaş yargı düzenlemesini yaparak hazin akıbetten kurtulmaya bağlamıştır."

2011'de Manisa'da "Ey Recep Tayyip Erdoğan sen Başbakan değil anarşi ve terörün yönettiği bir ülkede kukla bir insansın." dedi.

2012'de yine Başbakan Erdoğan'a şöyle seslendi: "Sen Habur'da davul zurnayla teröristi karşılamıştın. Senin morga gelmesine sebep olduğun kahramanlarımızı kalbimizde taşıyoruz. Az da olsa vicdan azabı duymuyorsun. Sayın başkbakan unutma ki şehitlerimizi yüreklerimizde yüceltiyoruz. Sen, BDP, PKK ve peşmergelerle işbirliği yapıyorsun.
Sen kim şehitin hakkını savunmak kim?"

Ve bir sene sonra, 2013'de eleştiriler ve eleştirinin tonu aynen şöyle devam etti: "Başbakanın PKK'ya teslimiyeti ekonomide yeni ufuk olarak görmesi vahim düzeyde bilinç kaymasıdır ki böylesi bir kişinin akli ve zihni melekelerinin yerinde olup olmadığı kontrol edilmelidir. Başbakan hipnoz edilmiş, uyuşmuş başka alemde yaşıyor gibidir.
Sormak lazım Başbakanın PKK'ya verdiği ödünler gerçekte 4 milyon olan işsizlere nasıl bir fayda sağlayacaktır. Bu kabus paketi ekonomiyi mi çatlatacak, PKK'yı mı canlandıracaktır.
2003 yılında askerimizin başına çuval getirilmesini alttan alan Başbakan şimdi bizzat askerimize çuval geçirmiştir."

Yine aynı sene Balıkesir, Bandırma'da şöyle konuştu:

"... Ne mutlu Türkiye diye yazdırmazsam namussuzum,
… Çocuklarımıza andımızı tekrar öğretmezsem namussuzum,
… AKP'den yüce divanda hesap sormazsam namussuzum."

2014'de Küçükçekmece'de gerçekleşen bir aday tanıtımında Başbakan Tayyip Erdoğan'a yine çok sert ifadeler kullandı. "MHP, seni, nereye gidersen git; Yüce Divan'a çıkarmazsa namerttir." dedi ve Fatih'te gördükleri 'Kapkara bir Türkiye haritasının üstünde 'Beni Yıka' yazılı afişe değinerek hükümet partisi için "Temiz bir Türkiye isteniyor. Esnaflar da duysun ne kadar Omo varsa Tursil varsa ne kadar Persil varsa alayını alacağım. Haliç'e dökeceğim Ak Parti'yi 40 defa yıkayacağım." ifadelerini kullandı.

2015'de artık söylemler çok sertleşti.

Seçim oldu, AKP tek başına iktidara gelemeyecek durumda çıktı sandıktan.

Daha adeta sandık sayımı bitmemişken kameralar önüne çıktı ve asla AKP ile ittifak yapmayacağını açıklayarak sistemi tıkadı, ve yeni seçime sebep oldu.

Ayrıca aynı sene Doğrudan Erdoğan'a şu ifadeleri yöneltti: "Erdoğan layık olmadığı makamın ağırlığı altında ezilmiş, siyasi tarafgirlikle, açılış kılıfı altında düzenlediği mitinglerle Cumhurbaşkanlığını mahvetmiştir. Bu şahıs her gün fitne saçmaktadır. Erdoğan israf, itham, inkar ve iftiradır. Dün yine zırvalamış, hezeyana batmış, zıvanadan çıkmıştır. Erzurum'da milliyetçilik postuna bürünebilmek, milli poz verebilmek adına asıl yüzü ve niyetini saklamak için olağanüstü gayret sarf etmiştir. Ve bunu yaparken şahsıma ve partimize ağza alınmadık hakaretleri arka arkaya sıralamıştır. Erdoğan aklıyla arasını açmış, klinik bir vaka haline gelmiştir. Güya ben demişim ki, 'HDP Meclis'e girmezse ülkede kaos olur, erken seçime gidilir.' 29 Mayıs günü Erzincan'da, Erdoğan'dan bunu ispatlamasını istemiştim. İspatlamayanın namert, alçak ve şerefsiz olduğunu hiç çekinmeden haykırmıştım. Fakat Erdoğan bana mısın demiyor. Sanki duvara konuşuyorum. Pişkince, hayasızca asılsız ve ahlaksız iddiasını sürdürüyor. Bak Sayın Erdoğan, MHP Genel Başkanı olarak, bölücü HDP'nin Meclis'e girmediği takdirde kaos olur türünden bir beyanatım varsa ve sen bunu somut şekilde, yer ve zamanını göstererek açıklayamıyorsan, tekrar ifade ediyorum, alçaksın, şerefsizsin."

Bu sözlerden 2 yıl sonra Ahmet Türk'ün tutuksuz yargılanmasını istediğini gördük.

Bugüne dek hala bir yere Ne mutlu Türkiye diye yazdırmadı,
çocuklarımıza andımızı tekrar öğretmedi,
AKP'den yüce divanda hesap sormadı
ve kimseyi de persil ile, tursil ile yıkamadı ama sayesinde Ahmet Türk hapisten çıktı ve 'asla ittifak yapmayacağı' AKP ile Cumhur İttifakını kurdular. Bununla da yetinmeyip, bir de ona göre kanunu değiştirdiler.

Bugün yaşanan bütün bunlar için bahane de hazırdı; 15 Temmuz!

Yaptığı ve söylediği birbirine aykırı olmasından bıkmış olacak ki, o tarihten beri belki de hiç olmadığı kadar dürüst olmaya başladı ve başa geçtiğinden beri ilk defa söylem ve eylemleri birbirini tutar oldu.

15 Temmuz faciasından sonra Cumhurbaşkanı Erdoğan bile parlamenter demokrasinin gerekliliğini vurgularken, kendisi çıktı ve "Fiili duruma hukuki boyut kazandırmalıdır." diye açıklama yaparak 'Türk Tipi Başkanlık' sisteminin halk oylamasına sunulmasını sağladı.

Gerçi hala Aralık 2016'da "Bizim Saray ile anlaştığımız namertçe söylendi. İlk aşamada partili cumhurbaşkanlığına evet dediğimiz, başkanlık sistemine sıcak baktığımız soysuzca iddia edildi. Hatta benim cumhurbaşkanı kanalıyla Saray'da buluştuğum, bir evde görüştüğüm, kurultayın yapılmamasına karşılık başbakanlığa tamam dediğim, yeni anayasa boyun eğdiğim, fısıltıdan öte yüksek sesle ifade edildi." diyordu ama hemen 2017'nin Ocak ayında "Bir oyum var o da Evet" diyerek kuvvetler ayrımı ile beraber hukuk devletinin resmen feshedilmesini savunacağını açıkladı.

Ve halk oylaması geldi, çattı, geçti...

Bir sürü mühürsüz oy pusulaları çıktı, ama bundan daha önemlisi sandıktan (o mühürsüz oyların da yardımı ile) 'Trük Tipi Başkanlık Sisteminin' gelmesi için gereken oyların çıkması idi. Ve yeni sistem kabul edildi (gibi) oylandı.

Genel seçim ve başkan seçimi Kasım 2019'da olacaktı.

Ta ki kendisi geçenlerde kameralar önüne çıkarak "Türkiye'nin seçim için 3 Kasım 2019'u beklemesi mümkün değildir." dedi, ve ertesi gün Cumhurbaşkanı ile yaklaşık 30 dakika konuşarak seçimin 24 Haziran 2018'e yapılmazı üzerine anlaştı.

Bugün ise yine kameralar önünde seçim sonrası başkan yardımcısı olup olmayacağına dair soruya şöyle cevap vermiş:

"Böyle bir niyette olursak söylediklerimizin hepsini yalamış oluruz."

İşte bu önemli bir husus ve kendisine hak veriyorum.

Şerefli insan söylediğini, veya amiyane tabirle 'tükürdüğünü' yalamaz!