Sağlık, geçmişten günümüze insanoğlunun en önemli vazgeçilmezleri arasında yer aldığı için üzerinde pek çok araştırma yapılmış ve yapılmaya da devam edilen bir konudur. Nitekim belirtilen zaman dilimi içinde Anadolu'da etkili güç olan Bizans ve Türkiye Selçuklu Devletleri'nde ki sağlık uygulamaları ile ilgili doğrudan ya da dolaylı bilgilere ulaşmak mümkündür. Meselâ, Bizans'da IV. yüzyıldan beri varlığından haberdar olduğumuz halk hastanelerine misafirhane/ksenonesdenirken, Türkiye Selçuklu Devleti'nde ise bu kurumlara şifahane/darü'ş-şifa denildiğini biliyoruz . Ancak hemen belirtelim ki uzmanlık alanımızın tıp olmaması ve çalışmamızda sağlık için kaleme alınan özel eserleri kullanmadığımızdan dönemin sağlık kurumlarının işleyişi ve bire bir tedavi yöntemleri üzerinde durmayacağız. Amacımız daha çok tarihî açıdan önem arz eden vakayinâme ve menakıpname tarzında kaleme alınmış eserlerde geçen hastalıklarıno günkü koşullarda uygulanan tedavi şekillerinin yanı sıra devrin önemli kişilerinin sağlık şikâyetlerinin nasıl giderildiği yönünde bilgi vermektir.

A-Tıbbi Yöntemler:

Anna Komnena'nın belirttiğine göre babası I. Aleksios'un ayaklarında Gut/Damla rahatsızlığı vardı ve bu nedenle çok şiddetli ağrıları oluyordu. Bu ağrıların giderilmesi için masaj yapılıyordu. Özellikle annesinin, yani Kraliçe Eirene'nin yaptıkları ağrıların hafiflemesine neden oluyordu. Bu hastalığa yakalanan Moğol kumandanı Khul'un tedavisi için ise doktor, "kızıl saçlı erkek bir çocuğun karnının diri diri yararak ayağını onun içine koymasını" tavsiye etmiştir.

İmparator Komnenos'un son zamanlarında sağlık şikâyetleri gün geçtikçe artmıştı ve muhtemelen bunların tek nedeni Gut/Damla rahatsızlığı değildi. Çünkü İmparator I. Aleksios'un bedeninde (kollarında, bacaklarında) zararlı sıvılar oluşmuştu. Hekim Nikolaos Kalliklesbu zararlı sıvıların başka yerlere yöneltilmemesinin tehlikeli olacağını söylemiş, fakat I. Aleksios'un ailesi başta ona inanmamıştı. Kallikles dışında bir tek hekim bile zararlı sıvıları bağırsak boşaltıcı ilaçlar kullanarak dışarıya atmayı akıl etmemişti. Hatta İmparator'un bünyesi bu tip ilaç almaya alışık olmadığı için hekim Mikhael Pantehhnes bağırsak boşaltıcı ilaçları yasaklamıştı. İmparator farklı şekilde rahatlatılmaya çalışıldı ve birkaç hafta sonra şişlikler gitti ve iyileşiyor gibi oldu. Fakat altı ay sonra "soluk alırken zorlanmaya (ağrılar hissetmeye) başladı. Hekimler bu hastalığı araştırırken parmak uçlarını nabız üzerine koyuyor, her kalp vuruşunda düzensizliği hissettiklerini söylüyorlardı. İmparator yiyeceğine çok dikkat ettiği için düzensizliğin nedenini başka yerlerde arıyorlardı. İmparator'un soluk alması gün geçtikçe zorlaşıyordu. Yine bağırsak boşaltıcı ilaç verilmedi ve koluna bir çizik atarak kesip kan alma yoluna başvuruldu. Ancak bir rahatlama olmayınca bu defa kendisine biberden hazırlanmış bir zehir savıcınınverilmesi sonrasında durumunda bir iyileşme görüldü. Ancak bu durum üç, dört gün sürdü. Hastalık gittikçe artıyordu. Ateşi olduğu halde hekimler demirden özel bir aracı kızdırıp deriye sürerek dağladılarsa da olumlu bir netice alamadılar. İmparator Aleksios'un hastalığı ilerliyor ve bilinen hiçbir tedaviye cevap vermiyordu. Hekimlerden birkaçı (bu dönemde üç büyük hekimin adı geçiyor. Nikolaos Kallikles, Mikhael Pantekhnes ve hadım Mikhael) İmparator'un başını kokulu yağla ovdular, bunu yapmayı yararlı saymışlardı, ama hiçbir olumlu netice elde edemediler.

İmparator Ioannes Komnenos (1118–1143) çıkığı Suriye Seferi (1142–1143) sırasında avlanırken zehirli bir ok küçük parmağı ile yüzük parmağı arasını çizdi. Sıyrıktan kanlı bir köpük sızdı. İmparator yarayı tedavi etmek için halk arasında ekdera/ekdora denilen ayakkabılardan sökülmüş küçük bir deri parçası ile kanı durdurmaya çalıştı. Ioannes Komnenos o akşamı şikâyetsiz geçirdi. Fakat ertesi gün yara şişmeye başlayıp dayanılmaz bir acı vermeye başlayınca başına gelen kazayı hekimlere anlattı. Hekimlerderhal deri parçasını atıp şişi indirmek için bildikleri metotları denediler. Fakat bir türlü rahatlama olmadı. Bunun üzerine şişliği ameliyat ile aldılar, ancak kol şişmeye devam etti. Bu defa da kolu kesmek istediler, ama İmparator Komnenos kolunun bu kadar şişmesini ameliyata bağladığı için kesilmesine bir türlü razı olmadı ve 8 Nisan 1143 yılında öldü.

İmparator Manuel Komnenos (1143–1180) çıktığı savaşların birinde yaralanmıştı. Babasının yaptığı hatayı yapmayıp yaranın iltihaplanıp tedavi edilemez bir hale gelmemesi için hemen bakılmasını istedi. Durumu gören askerlerden biri hemen palasını çekti ve kendi etinden bir parça kesip iltihaplanmayı önleyebilmek için hâlâ sıcak olan yarayı bastırmaya kalkıştı. İmparator adamın iyi niyetinden hoşnut olduysa da bunu yapmasını yasakladı. Yolda yorgunluktan ölen atların birinden bir parça et kesilmesini emrederek bunu doğrudan yaranın üstüne bastırdı.

Bu iki örnekten anlaşıldığı kadarıyla o dönemde her hangi bir nedenle kesilerek oluşan bir yaranın iltihaplanmasını önlemek için üzerine deri ya da et parçası kapamak muhtemelen yaygın bir tedavi yöntemi idi.

Kaynaklar İmparator Manuel Komnenos'un sağlık konularında pek çok hekim kadar bilgili olduğunu kaydetmektedirler. Nitekim Baudouin ile çıktıkları bir av partisinde (1158–1159) Baudouin atı kayınca kolunu incitmişi. İmparator hemen kolunu sarıp gerekli zamanlarda onun damar dağladığını (o dönemde çok sık kullanılan bir tedavi yöntemi olsa gerek. Çünkü I. Aleksios Komnenos'un tedavisinde de uygulandığını biliyoruz) ve hastalara ilaç verdiğini bizzat Kinnamos görmüştür.

Sultan I. Alâeddîn Keykubad'ın boynundaki şişler ve urların (çıban) tedavisi ile ilgili devrin seçkin hekimleri (İzzeddîn İbn Hubbel-i Musulî, Takiyeddîn Tabib-i Reanil, Safiyüddevle Nasranî) sargı ve pansuman yaparak rahatlatma sağlamaya çalışıyorlardı. Çünkü şişlikler hassas bölgede olduğundan neşterin ucu cerahate değerse, büyük bir tehlike doğacağı kanaatinde idiler. Ümidimiz odur ki, bu pansuman ve sargıyla yara baş verir, sıkıntı ortadan kalkar ve acı diner" kanaatinde idiler. Fakat Sultan'ın ızdırabı bir türlü dinmiyordu. Ancak pansumanları ve sargıları değiştirmek için cerrah Vasil huzura çağrıldığında Vasil yaradaki cerahatin iyice olgunlaştığını görmüş ve büyük bir risk alarak kimseye göstermeden neşteri çekip (cerahatin yumuşaklığını, sertliğini kontrol ediyormuş gibi yaparak) ucunu cerahate batırdı. İrin aktıkça Sultan'da rahatlama meydana geldi ve yaranın etrafı iyice pansuman edildikten sonra ise iyileştiği görüldü.

Arif Çelebi bir seyahati sırasında Amasya'ya geldiğinde hava ve su değişiminden ötürü rahatsızlanmış ve mizacı bozulmuştu. Bunun üzerine doktorlar ona bozulan mizacının düzelmesi için su ile karışmış şarap içmesini tavsiyeetmişlerdi.

B- Alternatif Tedavi Yöntemleri:

Günümüzde olduğu gibi o dönemde de alternatif tedavi yöntemlerine müracaat edildiğine dair de şu bilgileri verebiliriz:Şeyh Şemseddîn-i Mardinî'nin rivayetine göre; Bir gün muhiplerden birisini sıtma tutmuştu. Mevlânâ hazretlerine gelip sıtmadan şikâyet etti. Mevlânâ "Hastanın iyi olması için yaz ve suya atıp sıtmalıya ver" diyerek şunları yazdırdı: Ey Ümmü'l-Muldem! Eğer sen Yüce Tanrı'ya iman ettinse başı ağrıtma, ağzı bozma, eti verme, kanı içme. Beni veya falan kimseyi bırakıp Tanrı'ya şirk koşan kimseye git; çünkü ben "Tanrı'dan başka Tanrı yoktur. Muhammed Tanrı'nın kulu ve elçisidir" diyorum. Sıtmalı bu sudan içince Tanrı'nın yardımı ile iyi oldu. Mevlânâ'nın dostlarından Fahreddîn-i Sivasî ateşli ve tehlikeli bir sıtmaya yakalanmış, bir müddet sonra yatalak olmuştu. Bütün hekimler onun tedavisinde aciz kalmışlardı. Mevlânâ kendisini ziyarete gitti ve onu bu halde görünce sarımsak taneleri tedarik etmeleri ve onları dövüp hastaya yedirmelerini emretti. Doktorlar bu tedavi tarzından haberdar oldukları vakit hastadan ümit kestiler. Hasta o gece iyileşti. Bunun üzerine hekimler bunu Mevlânâ'nın kerametine bağladılar ve tıp dilinde bunun yeri yok dediler. Yine Mevlânâ üç diş sarımsağın ve eğer bunu yiyemeyen kimseler olursa üç bademin üzerine "ezan, izin, pesin" yazıp yemesi için sıtmalıya verirdi. Mevlânâ fazla uyumaktan şikâyetçi olan Celâleddîn Feridun'a da haşhaşın sütünü çıkarıp içmesini tavsiye ettiği de bilinmektedir. Meselâ, Mevlânâ Celâleddîn ılıcada fenalaşan ve hayatından ümit kesilen Bahaeddîn -i Bahrî'yi de şu şekilde iyileştirmiştir: Mevlânâ müridinin çok ağır hasta olduğunu duyunca hastanın döşeği ile birlikte ılıcanın hamamına getirilmesini istedi. Daha sonra da onu defalarca sıcak suyun içine sokup çıkardı. Herkes daha önce görmedikleri böyle bir tedavi yöntemi karşısında çok şaşırmış, ama Mevlânâ'ya bir şey de diyememişti. Bir süre sonra Mevlânâ Celâleddîn onu sudan çıkardı ve bir müddet dinlendirdi. Daha sonra hasta kalktı ve hemen yiyecek istedi, çünkü aniden iyileşmişti.

Eflâkî, Mevlânâ'nın kerametleri ya da tedavi yöntemleri dışında Ârif Çelebî'nin kendisini sıtmadan nasıl kurtardığını şöyle anlatmaktadır: "….Bir gün Lâdik'e giderken ben miskinden bir hata sâdır olmuştu. Bunun üzerine Çelebi bana baktı; hemen o anda halim değişti ve bende titremeyle birlikte şiddetli bir sıtma baş gösterdi; hayale döndüm. Öyle bir hale geldim ki benim için yaşamak olanaksız göründü. Beni cehennemde baş aşağı sarkıttıklarını ve oradan tekrar çıkardıklarını gözümle gördüm. Ben o hazretin ayrılığından yandım. Sık sık Azrail'i önümde cisim bağlamış bir halde görüyordum. Ne kadar yalvarıp yakardımsa da Çelebi yüz vermiyor ve hastalığımı sormaya gelmiyordu. Tam kırk gün amansız belaya tutuldum. Kurban Bayramı'nın arife gününde Kütahya'ya geldiğimizde ben biçare, zaviyenin bir köşesine çekilmiştim. Ateşim öyle yükselmişti ki kımıldamaya ve konuşmaya hiç mecalim kalmamıştı. Birdenbire Çelebi'nin başucunda durup gülümseyerek bana inayet nazarını saldığını gördüm. "Kalk iki kulağını tut, üç kez yukarı sıçra ve şu şiiri oku dedi:

"Onlar, ey Rabbimiz biz kendi nefislerimize zulmettik" dediler.

Zulüm gitti. Merhamet et. Senin merhametin sınırsızdır.

Ben ölmüş kulun eline bir nar verdi "Mesnevî oku ve semâyla meşgul ol"dedi. Hastalığın o anda üzerimden tamamen geçtiğini, sanki öyle bir hastalığı hiç görmemişe döndüğümü ve yeniden dirildiğimi gördüm…". Hatta Eflâkî, Ârif Çelebî'nin köpeği Kıtmir'in tüyü ile tütsü yapıldığında sıtmanın geçtiğini ileri sürmektedir.

Ahmed Eflâkî'nin naklettiğine göre; ilahi ilimlerde olduğu kadar tıbbî ilimlerde de bilgili olan Seyyid-i Sırdan Burhaneddîn hazretlerine göre "şalgam turşusu faydalı ve turşuların da en iyisidir, şalgamı çiğ yemek göze aydınlık" verirdi. Yine alternatif göz tedavisi ile ilgili olarak şu bilgiyi verebiliriz; halvet halinde iken Mevlânâ'ya Hindistan'da yetişen bir demet gül getirmişlerdi. O da onları karısı Kira Hatun'a verirken "Bu gülleri senin için getirdiler dimağın ve gözünü kuvvetlendirsin diye" dedi. Kira Hatun son nefsine kadar onları sakladı ve her kimin gözü ağrıdıysa ağrıyan göze o gülün bir yaprağını sürdüler. Şeyh Evhadeddîn Kirmanî de gözlerinden rahatsızlandığında müritlerinden Kâmil Tebrizî'nin getirdiği karpuzlardan yedikten sonra karpuz parçalarını gözlerine bağlamıştı. Gözlerini açtıktan sonra iki aydır süren şikâyetlerinin geçtiğini gördü.

Kış mevsiminde Mevlânâ nezle olunca iyileşmesi için önce "kan aldırıp hamama gitmesi" tavsiyeedilince o da önce kan alıcıyasonra da iki gün hamamagitmiştir.

Kaynakların verdiği bilgilerden anlaşıldığı kadarıyla ortaçağda tedavi amaçlı kan aldırmak yaygın bir yöntemdi. Hatta ücret karşılığı bu işi yapan ve Hacamatçılık/Kan alıcılıkolarak anılan meslek bile vardı.

Hacamatçılık(Kan alıcılık)'a dairİran'da bulunan 12 yy ait seramik.

C- Tedavide kullanılan ilaçlar:

Vücudu rahatlatmak ya da başka bir ifade ile şifa içintabib ve eczacılara zaman zaman macunlar, haplar hazırlatıldığı bilinmektedir. Meselâ, Erzincan'da bulunduğu sırada Sultan Rükneddîn IV Kılıç Arslan (Müstakil saltanatı 1266–1284), Erzincanlı tabib Alâeddîn'den kendisi için bir takım macunlar hazırlamasını istemişti. Bunun üzerine tabib Alâeddîn üç bin dirhem-i sultanî harcayarak sultanın isteğini yerine getirmişti. Yine Mevlânâ Celâleddîn zamanın Hipokrat'ı olarak bilinen Ekmeleddîn Tabib'den on yedi seçkin dostu için müshil ilacı/hapıhazırlamasını istemişti. Daha sonra da tabibin hazırladığı ilaçların hepsini kendisi içtiği halde bir şey olmayınca Ekmeleddîn Tabib bu insan üstü bir şey diyerek Mevlânâ'nın müridi olduğunu belirtmektedir.Ayrıca kabızlık gidericiya da ishal kesmek için helilekullanılmaktaydı. Yine helile'ye benzeyen ve Hindistan'da yetişen bir ağcın meyvesi olan belilede tıpta kullanılmakta idi.

Çeşitli hastalıkların tedavisinin yanı sıra zehirlenmeye karşı panzehir olarak kullanılan tiryakadlı ilacın terkibini Tâc Bulgarî adlı bir tabibin hazırladığı bilinmektedir.

Bal ve sirkenin karışımından elde edilen bir çeşit şerbet (şurup) olan iskencübin/sirkengübineğer fazla tüketilirse safrayı arttırırdı.

Göz ağrısı ve kuruluğunu gidermek için tutyaadı verilen ilaç kullanılırken gözün daha iyi görmesini temin etmek üzere sürme kullanılırdı. Dimağ ve kalbi takviyesinin yanı sıra baş ağrısı ve ağız çarpılmasına şifa olarak için misk, amber gibi çeşitli kokuların karışımından elde edilen galiyeninkullanıldığı bilinmektedir. Hastalık nedeniyle oluşan titremeyi gidermenin yanı sıra felç, sara, mide rahatsızlıkları ve ciğeri kuvvetlendirmek için efsintin (acı pelin otu) adı verilen ilaç kullanılırdı. Bingöz otu olarak da bilinen mahmudebir çeşit ilaç olarak kullanılmaktaydı. Ahmed Eflâkî'nin naklettiğine göre; Mevlâna'nın müritlerinden bir genç Mısır'a gitmek üzere yola çıkmış, fakat Frenkler'in eline esir düşmüştü. Ancak yolculuk sırasında Frenkler'in emîri rahatsızlanınca şifa olur ümidi ile bu gençten yardım istendi. Genç Tanrı'nın ilhamıyla yedi çeşit meyveden içilebilir bir ilaç hazırladıktan sonra içine biraz da mahmude koydu. Daha sonra karışımı hastaya içirerek onu iyileştirince mükâfat olarak da özgürlüğüne kavuşmuştu.

Sonuç olarakDönemin vakayinâme ve menakıpname tarzı eserleri üzerinde yaptığımız tarama sonucu gördük ki ortaçağ tarihi kaynaklarında geçen hastalık isimleri günümüzde de varlığını devam ettirmektedir. Fakat cüzam, çiçek, veba, verem gibi zamanında insan hayatı için son derece tehlike oluşturanların kesin tedavileri artık mevcuttur. Araştırmamıza başlarken de belirttiğimiz gibi geçmişten günümüze sağlık, insanoğlunun en önemli vazgeçilmezleri arasında yer aldığı için çoğu zaman çaresizlikten alternatif tedavi yöntemi olarak bitkilerin yanı sıra keramet sahibi kişilere müracaat edip şifa aramışlardır. Aslında bu tip çalışmalar yalnızca belli bir coğrafya üzerinde yaşayan insanların değil genel anlamda insanlık tarihinin, sosyolojisinin geçirdiği evreler hakkında bize ışık tuttuğu kanaatindeyiz.


BİBLİYOGRAFYA

Ahmed Eflâkî, Âriflerin Menkıbeleri, Türkçe çev., Tahsin Yazıcı, İstanbul 1989.

Aknerli Grigor, Okçu Milletlerin Tarihi, çev. Htant D. Anreasyan, İstanbul 2007.

Anna Komnena,Alexiad, Türkçe çev., Bilge Umar, İstanbul 1996.

Ebu'l-Ferec, Abû'l-Farac Tarihi I, Türkçe çev., Ömer Rıza Doğrul, TTK, Ankara 1987.

Ferîdûn bîn Ahmed-i Sipehsâlâr;Mevlânâ ve Etrafındakiler Risâle, Türkçe çev., Tahsin Yazıcı, İstanbul 1977,

Ioannes Kinnamos'un Historiya'sı, haz. Işın Demirkent, TTK, Ankara 2001.

İbn Bibi; el-Evâmirü'l-Alâiyye Fi'l-Umuri'l-Alai'ye, nşr. Adnan Sadık Erzi, I. Tıpkıbasım, TTK, Ankara 1956; Türkçe çev., Mürsel Öztürk, el-Evâmirü'l-Alâiyye Fi'l-Umuri'l- Alaiyye (Selçuknâme), Ankara 1996.

Merçil, Erdoğan;Türkiye Selçukluları'nda Meslekler, TTK, Ankara 2000.

Mevlânâ Celâleddîn, Dîvân-ı Kebîr, I, hazırlayan Abdülbâkî Gölpınarlı, Eskişehir 1982.

Niketas Khoniates, Historia, çev. Fikret Işıltan, TTK, Ankara 1995, s. 132).

Taneri, Aydın; Türkiye Selçukluları Kültür Hayatı, Konya 1977.

Turan, O.;Selçuklular Zamanında Türkiye, İstanbul 1984.