Dünyada bir çok kişi Weimar Cumhuriyetini, cumhuriyetin çöküşünü ve Nasyonal Sozyalizmin iktidara gelmesini Alman tarihine has bir olay olarak değerlendirir.

Oysa bence bu çok büyük bir hata.

Günümüzde en oturmuş ve köklü demokrasilerin bile ne tür tehlikelerle karşı karşıya olduklarını bir düşünelim.

Örneğin ABD:

Trump'ın seçimi ABD'nin uluslararası kurduğu bütün düzeni alt üst etti, eski müttefikleri ile bağları iyice gerdi, hatta kopardı. Ve Trump seçim kampanyası esnasında bunları yapacağını söylemişti.

Seçimde en büyük destekçisi ve hükümeti kurduktan sonra yakın zamana kadar baş stratejist olarak tayin edilen Steve Bannon, hedeflerinin oturmuş devlet yapısını yıkmak olduğunu açıkça defalarca ifade etmişti.

Buna rağmen, ABD demokrasisi Trump gibi bir popülistin seçilmesini engelleyemedi.

ABD ekonomik, askeri ve siyasi gücü gereği belki en gündemde olan örnek olabilir, ama durumla alakadar tek emsal olmadığı kesin.

İtalya'da son seçime bakıldığında durumun farklı olmadığı görülmekte.

Her ne kadar şimdilik başarısızlarmış gibi görünseler de, Hollanda'da Geert Wilders, Fransa'da Marine Le Pen, rüzgarın siyasi yelpazenin (şimdilik) kabul edilebilirliğin en sağ ucunda konumlanan güçlerin lehine estiğini gösteriyor.

Hatta Almanya'da AFD'nin Alman parlamentosuna girmeyi başarması tarihi hataların tekerrür edebileceği korkusuna yol açtı.

Diğer yandan Rusya'da Putin'in senelerdir ülkeyi otokrat ve tavizsiz bir tarzda yönetmesine rağmen, halkın büyük kısmı tarafından desteklenmesi, sıkıntının sadece 'liberal demokratik' modeli benimseyen ülkelerde olmadığının kanıtı.

Dolayısıyla özellikle temelleri demokrasi üzerine dayanan hukuk devletlerinin, 1989 sonrası herkes tarafından 'başarılı' sayılan modellerini tekrar sorgulama zorunluluğunda olduklarını düşünüyorum.

Sorgulanması gereken:
Halk neden veya ne zaman hürriyet ve özgürlüklerinden, kişisel haklarından taviz vermeye razı ve hatta taviz verdiği için memnun?

İşte bu gibi soruları incelerken Weimar Cumhuriyetinden hala çok şey öğrenilebileceğimize inandığım noktalara değinmek istiyorum.

Kalıcı ve Sağlıklı Ekonomi ve Toplumun Demokratik Yapılanması
Muhakkak ki ilk önemsenmesi gereken hususlardan biri ekonominin toplum düzenine olan etkisi.

Enflasyoner kısır döngüler, ekonomik duraklama hatta gerileme, banka krizleri tüm hükümetler için yıkıcı güç içerir.

Halkın en temel geçimini sağlamakta çektiği sıkıntı, zengin kesimin maddi refahının azalması, zengin ile fakir arasında makasın aşırı açılması... Bunlar ve bunlar gibi etkenler insanlarda her her rejimin mevcut rejimden daha iyi olduğu kanaatini uyandırır.

Tabii ki bu sadece Weimar Cumhuriyetinden alınabilecek bir dersten ziyade her dönem ve her yerde geçerli olan bir gerçektir. Weimar Cumhuriyetinde bariz şekilde görülen ise, aşırı kötü bir ekonomik durumda orantılı, yani parlamenter demokratik yapılanmanın, durumu daha da kötüye sürükleyebileceğidir.

Ekonomik çöküş yaşayan toplumlarda halk çözüm olarak gösterilenin mantıklı olup olmadığına veya yapılabilirliğine bakmaz. Bu durumda halk kendi duymak istediklerini söyleyenleri dinler, tercihini aşırı duruma karşı aşırı 'çözüm' sunan 'aşırı' uçlardan yana kullanır. Ve genelde bu güçler 'ekonomik' çözümden ziyade 'suç keçisi' adlandırırlar ve bir çok zaman ekonomik gerilemenin sistemden kaynaklandığını iddia ederek doğrudan sistemi tartışmaya açarlar.

Ekonomik durum ve toplumun demokratik yapılanmasını teker teker ele alındığında sadece aşırı bir ekonomik çöküntünün siyasi sistemi tehlikeye sokabileceği veya orantılı çoğulcu sistemlerin demokratik açıdan daha güvenilir ve sağlam oldukları sonuçları çıkabilir. Lakin bu iki unsurun karşılıklı etkilenmeleri, yani korelasyonları, mevcut sistemi temellerinden sarsacak, hatta Weimer Cumhuriyetinde görüldüğü gibi yıkabilecek güce sahiptir.

Halk Oylamaları (Referandum)
Her ne kadar kararı halka bırakmak, halkın tercihini sormak demokrasinin temel ilkelerinden olsa da, temsili bir demokrasi de referandumlar demokrasi için tehlike oluşturabilirler. Özellikle demokratik sistem İsviçre'de olduğu gibi doğrudan demokrasi değil, dolaylı demokrasiyse. Örneğin Weimar Cumhuriyetinde 1929'da neredeyse yok olmaya yüz tutmuş Naziler aynı yıl 1. Dünya Savaşı tazminat ödemeleri hakkında yapılan halk oylamasında tekrar parlamayı ve zemin kazanmayı başarmıştılar.

Çünkü yine ekonomik krizlerde olduğu gibi, halk yapılan oylamanın sonuçlarını düşünmez. Duymak istediğini söyleyenden, kendisi gibi düşünenden yana olur.

Nihayetinde 22 Aralık 1929'da Naziler tarafından Young Planına karşı yapılan halk oylaması başarılı olamadı. Olsaydı, uluslar arası hukukta karşılığı olur muydu, o bile çok tartışılır, ama referandum Naziler tarafından müthiş bir propaganda kampanyası için alet edildi.

Erken Seçim Kararı
Kanuni zorunluluk olmadan, yani seçim vakti gelmeden, erken seçime gitmek her zaman çok tehlikelidir. Evvela bu demokratik sistemin yetersizliği veya çıkmazda olduğu olarak algılanabilir. 

Temmuz 1932 Weimar Cumhuriyetinde yapılan son hür ama gereksiz ve zamansız bir erken seçimde Naziler %37 oy ile seçildiler ve korku imparatorluklarını bu seçim üzerine inşa ettiler. Oysa bir önceki seçim 1930'da olmuştu, yani bir sonraki seçimin 1934'de olması gerekiyordu. Hükümetin kendisinin zayıf, Nazilerin güçlü olduğu bi zamanda erken seçim kararı alması, durumu düzeltmediği gibi Almanya ve dünyayı bir felakete sürükledi.

Anayasa
Genelde güçlü ve halkın değer yargılarına uygun bir anayasanın demokratik hukuk devletinin güvencesi olduğu düşünülmektedir. Böyle bir anayasa demokratik hukuk devletinin olmazsa olmasıdır, lakin hiç bir şekilde garantisi veya güvencesi değildir.

Weimar Cumhuriyeti dönemin dünya çapında en aydın isimleri tarafından yazılan bir anayasaydı. Örneğin Max Weber bu aydınlardan biriydi. Bugün bile okuduğumuzda hukuki ve ahlaki yüksek değerleri kapsadığını ve savunduğunu görmek mümkün. Lakin bu, neredeyse dönemin değer yargıları doğrultusunda mükemmel denilebilecek, anayasa bile toplumun faşizme kaymasını ve dikta rejimi oluşmasını engelleyemedi. Çünkü anayasalar aşırı zamanlar için tasarlanmamıştır. Aşırı durumlar aşırı yetki ve haklar gerektirmektedirler, bu durumlarda, genel olarak tanınan anayasal haklar ve yetkiler yetersiz kalabilmektedirler.

Sermaye ve Lobicilik
Genel olarak sermayenin ve sermaye lobilerinin yüksek toplumsal değerlerden ziyade kendi kar marjları için daha iyi olandan yana tercihlerini kullandıkları görünmektedir. İlla ki sermaye içinde de yüksek ahlaki değer taşıyan insanlar vardır ve bu noktada onlar tenzih etmek gerekir, ama Weimar Cumhuriyetinde olduğu gibi Alman toplumunda zengin sanayicilerin Hitler'e sadece boyun eğmediği, aksine Hitler'le kendi çıkarları için işbirliği yaptıkları görülmüş, Weimar Cumhuriyetinde Hitler'in başa gelmesinin maddi kaynağını oluşturmuşlardır.

LidercilikKendi kitleleri içinde aşırı güçlü liderler barındıran demokrasi tehlikededir. Çünkü liderin doğrusu ve yanlışı ile kitleler kazanır veya kaybederler. Oysa demokrasi bireylerin şuurlu ve sorumluluk taşıması üzerine kuruması gereken bir sistemdir. Kendisi düşünmeyen, değerlendirmeyen, şuurlu olmayan bireylerden oluşan kitleleri maniple etmek kolaydır. Bu kitlelerin doğru değerlere bağlı kalmaları sadece 'liderlerinin' iyi niyeti ve doğru değerlere bağlı kalmasına bağlıdır.

Ayrıca siyasi muhaliflerine karşı aşırı tavrı takınan, onların temsil ettiği kitleleri aşağılayan, yani kısacası toplumu kutuplaştıran liderler de zararlıdır.

Weimar Cumhuriyeti dış işler bakanı musevi kökenli Walther Rathenau aşırı sağcılar tarafından katledildikten sonra başbakan Joseph Wirth parlamentoda: 'Demokrasi? Evet! Ama masaya vurum, şimdi güç bizde diye bağıran tarzdan değil. Artık düşman sağda.' diye konuşmuştu.

Naziler bu ve benzeri demeçleri Wirth ve sol hıristiyan kanatın devlet ve halk düşmanı olduğunu yaymak için kullandılar, ve toplumda kutuplaşma daha aşırı boyutlara ulaştı.

Cumhurbaşkanı'nın Ailesi ve Yakın Çevresi
Genel olarak yöneticiler etraflarında kendilerine güvendikleri isimlerin olmasını isterler. Bu özel sektörde de olduğu gibi devlet yönetiminde de böyledir. Lakin bir çok zaman yöneticinin etrafında topladığı kişilere duyduğu güven o kişinin liyakatı ile orantılı değildir. Yani, yöneticinin etrafındakilere güveni, onların taşıdığı sorumluluğu layiği ile yerine getirebilmelerinden daha ağır basar. 

Oysa etrafındakilere liyakatları yüzünden değil, beşeri ilişkilerinden dolayı güvenen yöneticiler, etrafındakilerin beceriksizlikleri veya bilgisizlikleri yüzünden yanıltılma veya daha da kötüsü, samimiyetsizlik ve art niyetleri yüzünden kandırılma tehlikesi ile karşı karşıyadırlar.

Bu durum liyakat haricinde başka tehlikeler de içermektedir.
Örneğin Paul von Hindenburg 1925'de Weimar Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı seçildiğinde 78 yaşında, 1932'de tekrar seçildiğinde 85 yaşındaydı. Oysa en geç 1930'ların başından beri kendisinde bariz bunaklık belirtileri vardı. Hastalığının ilerlemesi ile, emir subayı olan öngörüsüz, beceriksiz ve liyakatsiz oğlu Oskar von Hindenburg başkalarının babası ile temasını tamamen kontrol altına almıştı. Zamanla Paul von Hindenburg oğlu Oskar'ın önüne getirdiği her evrağı sorgusuz, sualsiz imzalar olmuştu.

1932'de SA yasağının kaldırılması ve 1933'te Hitlerin Paul von Hindenburg tarafından Kanzler, yani başbakan atanması aslında oğlu Oskar'ın eseridir.

Mutlak Çoğunluk
Demokrasi genel olarak çoğunluğun rejimi olarak bilinir. Halk oy verir, ve çok oy alan grup hükümet olur. Bu noktada gözden kaçan bir husus ise, orantılı demokrasilerde bir grubun güce ulaşması ve gücü elinde tutması için mutlak çoğunluğa sahip olması gerekmediğidir.

Yukarda da belirttiğim gibi Hitler ve Nazilerin aldığı en yüksek oy oranı temmuz 1932'de %37'dir. Aynı yılın Kasım ayında yapılan seçimlerde oranları %33'e düşmüştü.

Diğer partilerin Nazileri küçümsemesi, ve ülkenin 1930'dn beri azınlık hükümeti tarafından yönetilmesi, Hitlerin bu oranla bile iktidar olmasına ve nihayetinde parlamento ve sokaklarda terör estirerek 1933'te Yetkilendirme Yasasını ("Reichermächtägungsgesetz", konuyla alakadar lütfen bakınız: "REICHSTAG YANGINI") geçirmesini sağladı.

Maddi Teşvik
Demokrasilerde memnun olmayan halk bir müddet geçici maddi refah sunularak yatıştırılabilir, ama bu hiç bir zaman kalıcı çözüm değildir.

Ekonomik veya başka durumlardan memnun olmayan halkı maddi teşviklerle geçici olarak susturabilirsiniz. Ev almasını kolaylaştırırsınız, memur ve emeklilerinize ikramiyeler sunarsınız veya halka başka kolaylıklar sağlarsınız. Lakin tüm bu harcamaları kaldırabilecek ekonominiz yoksa, er ya da geç bu tür teşvikler elinizde patlar ve halkın memnuniyetsizliğini çok daha artırır.

Örneğin Weimar Cumhuriyeti halka ev alabilmesi için, çiftçilerine tarım için teşvikler sundu ve sağlık, eğitim gibi sosyal alanda da çok imkanlar tanıdı. Lakin zaten 1. Dünya Savaşı yüzünden mahkum edildiği tazminatı ödemekte zorlanan genç cumhuriyet bütün bu harcamaları borçlanarak yaptı. Böylece hem ekonomik açıdan kendini dışarıya, hatta savaşı kaybettiği ülkelere karşı daha bağımlı hale getirdi, hem de bu ülkelerin kendi iç siyasetine dolayılı yoldan etkin olmalarını sağladı. Zira ne zaman borç veren ülkeler para musluğunu kıstı, o zaman Weimar Cumhuriyetinin iç siyasetinde sıkıntılar da çok daha büyüdü, belirginleşti, halkta memnuniyetsizlik arttı.

Bu satırların başında gösterdiğim örneklere baktığımızda Weimar Cumhuriyeti'nin çöküşüne sebep olan tehlikelerin günümüzde hala geçerliliklerini koruduklarını görmenin mümkün olduğu kanaatindeyim.

Weimar Cumhuriyeti'nin orantılı, yani parlamenter demokrasi olması, başkanlık ile eyönetilen ülkelerin bu tehlikelerle karşı karşıya olmadıkları manasına gelmez.

Yine ABD örnek olarak alaındığında Donald Trump'ın halkın çoğunluğu tarafından seçilmemesine rağmen ABD başkanı olabildiğini gördük.

Dolayısıyla, tehlikeler demokrasinin sisteminden bağımsız olarak var. Belki yansımalarında farklılıklar olabilirler, ama temellerinde aynılar.

Bu tür tehlikelerden kaçınmanın tek yolunun halkın hukuk devletine güvenini sağlamak, demokratik değerler doğrultusunda eğitim seviyesini yükseltmek ve ekonomik açıdan dış paraya bağımlılığını yok etmek, yani borçlanmaya gerek kalmamasını sağlamaktan geçtiğini düşünüyorum.

Aradan 80 yıldan fazla bir zaman geçmesine rağmen, görünen o ki, dünya Weimar Cumhuriyetinden alması gereken dersi hala yeterince öğrenememiş.

Oysa bir Alman atasözü 'Hayat, sadece kendi hatalarımızdan ders almayacak kadar kısa' der. 

Yani arasıra, başkalarının yaptığı hatalara da bakıp, gerekeni öğrenmek lazım.