Arap Baharı başladıktan ve Suriye'ye sıçradıktan sonra 27 Eylül 2011 tarihli yazımda 

''Suriye'nin geleceğini Libya'ya benzetenler 2009'da devlete karşı olan isyanları bastırmayı başaran İran'ı unutmaktalar! Özellikle Suriye ile İran'ın ilişkilerini göz önünde bulundurulduğunda Suriye'nin Libya'nın izinden gideceğine o kadar da emin olmamak gerek.'' diye yazmıştım. Aradan 6 seneyi geçen bir zaman sonra o zamanki değerlendirmemin doğru olduğu anlaşılıyor.

Arap Baharı'nı başlatanların bu projede en büyük hatalarının Rusya ve ŞİÖ'yi hafife almak veya hesaba katmamak olduğunu düşünüyorum. Çünkü bugün baktığımızda olayda (şimdilik) tek kazananın İran olduğunu görmek mümkün.

IŞİD'in kaybettiği her metrekare ile bölgede İran'ın etkisi artmakta. Ne ABD, ne de sünni Arap ülkeleri bölgede İran'ın gücünü kıramadılar. 2011'de Arap Baharı başladığında İran tereddüt etmeden müttefiki Suriye'nin yanında yer aldı. Geçmişte beraber destekledikleri Hizbullah milisleri ve Lübnan - İsrail sınırına kadar koridor açarak silah ve asker nakliyatını mümkün eden koridor açmalarının kendi açılarından ne kadar büyük bir öngörü olduğu Arap Baharı Suriye'ye sıçradığında görüldü. Suriye - İran iş birliğinin boyutları 2013'de daha bariz belli oldu. Tehran'ın Suriye Ordusu'nu yeniden yapılandırdığı ve İran'da eğittiği anlaşıldı. Bununla da yetinmeyip İran El-Kuds Özel Kuvvetleri Komutanı Suleimani'nin Suriye tarafında bütün güçlerin komutanlığını üstlendiğini ve Irak, Yemen ve Afganistan'dan şii milisler topladığı ortaya çıktı. 

2014'de IŞİD'e karşı Irak'ta kurulan ve geçen haftalarda Kerkük'e müdahale ederek peşmergeyi püskürten şii Haşdi Şabi, yani Türkçe adı ile Halk Seferberlik Güçleri'nin de İran tarafından silahlandırıldığı ve eğitildiği bilinmekte. Resmi anlaşmalara göre sünni şehirlerine girmeleri yasak olan Haşdi Şabi'nin binlerce savaşçısının Irak ordusuna alınması ile İran Irak ordusunda olan etkisini de güçlendirdi.

Dolayısıyla her ne kadar Hizbullah 2012'den beri Esad'ın yanında savaşsa da ve Rusya 2015'den beri havadan Suriye lehine savaşan güçlere havadan destek verse de meydanda İran'ın desteği olmadan Esad direnemez ve savaşı kendi lehine çeviremezdi.

Rusya'nın olaya müdahil olmasının başka bir etkisi ise Batı'nın yani ABD'nin doğrudan Rusya ile karşı karşıya gelme tehlikesini doğurdu. Lakin Rusya hava desteği ile olaya askeri açıdan müdahale etmeden de iki noktada Batı'ya karşı önemli hamleler yapmıştı. 

Birincisi Suriye'nin kimyasal silahlarını bahane göstererek doğrudan müdahale etmek isteyen ABD'yi engelledi. BM Güvenlik Konseyi daimi üyesi olarak Suriye'nin kimyasal silahlarının imha edileceğini kendi garantisi altına aldı. Ve ABD'nin Rusya ile Eylül 2013'de Suriye kimyasal silahlarının imhası üzerine yaptığı anlaşma doğrultusunda batının Suriye'ye doğrudan müdahalesini meşrulaştırabilecek bir zemin kalmadı.

İkinci önemli hamlesi ise bu anlamda konuyla pek alakalı görünmese de, 13 sene pazarlıktan sonra Temmuz 2015'de Iran'ın nükleer programı konusunda varılan anlaşmaydı. Bu anlaşmanın gerçekleşmesi için Rusya Uranyum'u kendi sınırlarında zenginleştirerek İran'a vereceğini, dolayısıyla İran'ın nükleer programının sadece sivil amaç için kullanılacağını garantilemesi oldu.

Bu iki olayın, ama özellikle 2013'te ki kimyasal silah konusunda uzlaşmanın, Türkiye için çok önemli olduğu kanaatindeyim.

Bunun için kısaca Suriye-Türkiye ilişkilerinin yakın mazisine bakmak gerek. 20.yy'ın ikinci yarısında iki ülke arasında ilişkilere soğukluk ve güvensizlik hakimdi. Ankara Şam'ı Ermeni terörüne, pkk'ya ve Kıbrıs Rum kesimine destek vermekle suçlarken Şam Türkiye'nin GAP projesi ile tatlı su üzerinde hakimiyet kurmasından ve 1996'da İsrail ile askeri anlaşma imzalamasından rahatsızdı. İki ülke arasında tansiyonun doruk noktalarından biri Türkiye'nin askerilerini Suriye sınırına yığarak Suriye'nin bebek katilini teslim etmediği takdirde Suriye'ye gireceğini açıklaması ile olmuştu.

2002'de iktidara gelen AKP bölgedeki arap ülkeler ile bağlarını sıklaştırmaya ve İsrail ile mesafeyi açmaya başlar gibi görününce Suriye ile diplomatik ilişkilerde de bir düzelme yaşandı.

Mart 2003'te Kahire Arap Liderler toplantısında Suriye ve Türkiye Irak'ın ABD öncülüğünde Batı güçler tarafından işgal edinmesini kınadı. ABD'nin Nato müttefiki olan Türkiye'nin bu kınaması Arap dünyasında büyük yankı buldu. 

 Bu aşamada 2004'de Suriye devlet başkanı Esad'ın Türkiye ziyareti ve zamanın başbakanı R. Tayyip Erdoğan ile ailece beraber tatil yapmaları Türkiye-Suriye ilişkilerinin de ne kadar ilerlediğinin göstergesi gibiydi. 2009'da kurulan stratejik ortak çalışma kurulu kapsamında siyasi ve ekonomik alanlarda 50'den fazla anlaşma imzalandı. İki ülke arasında ticaret hacmi 2000'de 730 milyon USD'den 2010'da 2.5 milyar dolara arttı. 2001'de Türkiye'nin Suriye'ye 281 milyon USD olan ihracatı 2010'da 1.845 milyar dolar olmuş, Türkiye'nin Suirye'de doğrudan yatırımı 2009'da 1 milyar USD'yi aşmıştı. Türkiye ve Suriye 2011'de doğal gaz boru hatlarını birleştirmeyi ve Suriye'nin Türkiye üzerinden İran veya Irak'tan doğal gaz temin etmesinin sağlanması planlanıyordu. 2010'da Türkiye'yi ziyaret eden Suriiye'li sayısı 750bin, Suriye'yi ziyaret eden Türk sayısı 1.35 milyona ulaştı..

Yüzeysel bakıldığında Türkiye'nin Ortadoğu'da arap ülkeleri ile bağlarını sıklaştırırken İsrail ile mesafeyi büyütmesi ABD başta olmak üzere batı müttefiklerini rahatsız ettiği düşünülebilir. 

Peki ya bu böyle değilse?

Mevzu bahis süreçte Türkiye'nin bölgede etkisinin artmasının sadece siyasi temaslar ile olmadığını hatırlayalım. Bir çok konuda kültürel temas oldu, belki de en önemli unsurlardan biri de Türk yapımı TV dizilerinin, (Aşk-ı Memnu, Adını Feriha koydum ve birçoğu…) çok rağbet görmesiydi. Genelde anti-demokratik yönetilen arap ülkelerine Türkiye adeta 'liberal-islam' ülkesinin rol modeli olarak sunulmaktaydı.

Türkiye'nin bölgedeki yeni konumu İsrail'de özellikle iktidarda olan liberal Kadima partisi 2009'da hükümeti sağcı, İran ve Filistin konusunda tavizsiz hareket eden Likud'a kaptırdıktan sonra hoşnutsuzluk yaratmış olabilir. Zaten sadece bu konuda değil, bir çok konuda Obama'nın başkanlığında ABD ile İsrail'İn arasının bayağı açıldığı ve ABD ile İsrail'in Ortadoğu'da bir çok konuda farklı siyaset takip ettiklerini gözlemek mümkündü. Dolayısıyla İsrail'in siyasetine uymadığını varsaysak bile, Türkiye'nin üstlendiği yeni 'rol modeli'nin batı tarafından istendiğine ve hatta tasarlandığına ve desteklendiğine inanıyorum. Bu ve benzeri metotlarla kendi yönetilişi ve hayatı ile 'müslüman Türklerin' hayatını kıyaslayan toplumlarda memnuniyetsizliğe ve toplumsal gerilime katkıda bulunduğuna inanıyorum. 

Ve bu gerilim fazla bekletmeden ilk kıvılcımını Tunus'ta Tunus Şehrin 200km güneyinde, 48bin nüfusa sahip aynı isimli vilayetin başkenti olan Sidi Bu Zeyd'de 17 Aralık 2010'da seyyar sebzeci Muhammed Buazizi'nin kendini yakması ile verdi. Arap Baharı başlamıştı.

Tunus'un pek fazla bir stratejik değeri yoktu, ama direnişin sonucu olarak ilk başta fazlasıyla AKP modeline benzer bir hükümetii oldu diye hatırlıyorum. Nitekim kıvılcımın Libya'ya sıçraması da uzun sürmedi. Libya Avrupa'nın payıydı. Fransa, Almanya ve İtalya'ya verildi. Mısır başta olmak üzere bsir çok arap ülkesinde olaylar yaşandı. Muhakkak ki bu gelişmeler ayrı bir değerlendirmeye değerdir ama konuyu fazla genişletmek istemiyorum.

Arap Baharı'nın başlaması ile dönemin başbakanı Tayyip Erdoğan Tunus, Mısır, Yemen, Libya ve Suriye'deki 'direnişi' destekledi. 1 Şubat 2011 tarihinde Ak Parti grup toplantısında şu sözleri sarf etti: 'Biz, hiçbir yerden icazet alarak bu yolda yürümüyoruz. Bizim icazetimizin temelinde halk vardır, hak vardır, bunun dışında hiçbir şey değil. Türkiye, bölgede bütün taşları yerinden oynatacak, tarihin akışını değiştirecek roller oynuyor.'

Mart 2011'in ortasında Suriye'nin kuzeyinde Banias, İdlip, Halep, Humus, Hama ve Lazkiye'de rejim karşıtı gösteriler başladıktan sonra Türk hükümeti Esad'a yumuşak dille gereken reformları yapması gerektiğini söylemekteydi. Bu tutum Mayıs 2011'den sonra değişti. Artık dönemin Başbakanı Tayyip Erdoğan Suriye yönetimini sivilleri öldürmekle suçluyordu. 2011 sonunda iki ülke arasında olan ilişkiler tamamıyla yıkılmıştı.

Sonraki süreçte hükümetin Suriye'ye karşı tutumu gittikçe sertleşti hatta kamuoyunda Türkiye'nin Esad'a karşı savaş açması söz konusu oldu. Hatta kullanılan retorik ve söylenilenler Esad'a karşı tutum alan batı tarafından bile eleştirildi.

Şahsi görüşüm Türk Hükümeti Esad'a karşı üslubunu gittikçe sertleştirirken Batı Suriye'de istediği hedefe ulaşamayacağını çoktan anlamıştı. 

Obama bir çok zaman Şam'ı kimyasal silah konusunda uyardı ve kimyasal silah kullanımının ABD için 'kırmızı çizgi' olduğunu belirtti. Yani ABD Esad'ı 'kimyasal silah kullanırsan, bizzat müdahil olurum' diye tehdit etmekteydi. Obama bu tehdidini bir çok yerde tekrarlamasına rağmen, 25 Nisan 2013'te ABD hükümeti Esad'ın kimyasal silah kullandığına dair rapor yayımladığında, Obama kendi doktrinine, yani 'Bizzat ABD tehlikeli olmadığı sürece amerikan askerlerini savaşa sokmam.' ilkesine sadık kaldı ve Suriye'ye askeri bir müdahalede bulunmadı. Sonradan konuyla alakadar ''Washington'un yazdığı senaryoya uymadığım için çok gurur duyuyorum'' diyecekti. 

Zaten 2009'un başında, Amerikan askerlerinin Irak'tan geri çekileceğini açıklayan ABD, Suriye'ye doğrudan askeri müdahale yapılmayacağı, Suriye'nin kimyasal silah tehdidin Rusya sayesinde garantiye alındığında Başta ABD olmakla batının strateji değiştirdiğine inanıyorum. Ve şahsi görüşüm bu stratejide Türkiye'de son derece saldırgan bir üslup kullanarak bariz yayılımcı bir dış politika güden bir hükümete yer olmadığı yönünde.

Bu gelişmeler yaşanırken Türkiye'de Kasım 2013'te 'dershane Krizi' ile cemaat ve hükümet arasında yaşanan kırılmanın ilk sesleri duyulmaya başladı ve kırılmanın boyutu 17-25 Aralık tarihlerinde bariz belli oldu.

Tekrar günümüze döndüğümüzde bölgede başta da belirttiğim gibi etkisi artmış bir İran'ın aksine, maalesef izolasyona sürüklenmiş, sadece bölgesi ile değil Avrupa ve batı dünyası ile ilişkileri kopmuş ve bırakın otokrat arap ülkelerine demokrasi öncülüğü yapmayı, kendisi totaliterliğe yönelmiş bir Türkiye görüyoruz.

Aynı zamanda geçen sene Kasım ayından beri ABD Başkanı Donald Trump ve bölgede İran'ın etkisiyle beraber Rusya'nın gücünün arttığı da kesin. Her ne kadar Esad Suriye'de hakimiyetini tekrar kurmuş ve IŞİD neredeyse yok olmuş gibi görünse de ben dengelerin hala son derece kırılgan olduğu kanaatindeyim. Bunun en bariz göstergesi bence Barzani'nin bir ay önce yaptığı bağımsızlık referandumu ve Haşdi Şabi örgütünün Irak merkez yönetimi yetkisi ile Kerkük'te peşmergelere müdahalesi. Kerkük olayı bence işin başlangıcı idi, bundan sonra dün silahlarını IŞİD'e karşı beraber yöneltenlerin aynı silahlarını birbirlerine yönelteceğini daha sık görme ihtimalimiz var.

Bütün bu olayların bence en ilginç yanlarından biri de Trump'ın başkan olduğundan beri ilk başta ABD'nin bütün bü olaylara bayağı bir mesafeli durması hatta evvela Arap dünyası ile diyaloğunu artırmasıydı. Trump'ın Mayıs ayında gerçekleştirdiği Ortadoğu ziyaretinden arda kalan Suud Kralı ve Mısır Başkanı Sisi ile ışıklandırılmalı dünya küresine önünde sergiledikler 'el birliği'nin veya Suudlarla oynadığı 'Kılıç Dansı'nın tuhaf kareleri hala herkesin aklında.

ABD'nin tavrınınn ne olacağını merak ederken benim için kesin olan tek şey ise İsrail'in ABD'nin bölgede böyle bir güç vakumu bırakmasına ve İran'ın etki alanını genişletmesine seyirci kalmayacağıydı.

Ve son günlerde gerek İsrail beklentilerim doğrultusunda ilk hamlelerini yapmaya, gerekse ABD 1995'te kararlaştırılan ve elçiliğini Kudüs'e taşıma ve Kudüs'ü İsrail'in başkenti olarak kabul eden 'Jerusalem Embassy Act' ile yürürlülüğe geçirmekle yerini İsrail'in yanında belirlemeye başladı.

Dolayısıyla her kim Suriye'de suların durulmasını bekliyorsa bence erkenci davranıyor. Çünkü gördüğüm kadarıyla bölgede bir İran - İsrail çatışması yaşanacak ve bu Suriye üzerinden bir temsilci savaşı olacak. Yani doğrudan iki ülkenin ordularının karşı karşıya gelmesindense yine paramiliter örgütler, milisler veya başka ülkelerin orduları öne sürülecek.

Tam IŞİD denilen bela askeri açıdan defedilmişken ABD'nin Ortadoğu'da dengeleri kaydıracak bir hamle yapması tesadüf mü? İşte bence herkesin üzerinde düşünmesi sorulardan biri bu.

Çünkü Trump'ın, daha doğrusu ABD'nin, bu sergilediği tutumun etkisi sadece Ortadoğu üzerinde değil. ABD Kudüs kararını yürürlülüğe sokmakla aynı zamanda Birleşmiş Milletler ve diğer batılı 'müttefiklerinin' çizgisine aykırı bir tavır sergiledi. Dolayısıyla Trump seçildiğinden beri temsil ettiği korumacı ve içe dönük politika doğrultusunda özellikle Kıta Avrupası ile Anglosakson çizgisinin daha da arasını açtı.

ABD'nin batı dünyasında açtığı boşluğu başta Almanya ve Fransa doldurma çabalarındalar. Herkes dünyada yeni bir soğuk savaş, kutuplaşmadan bahsederken Avrupa'nın bütün olarak mı yoksa bölünük olarak mı hareket edeceği bu kutuplaşmanın iki mi yoksa üç kutup üzerinden mi yaşanacağını belirleyecek.

Aynı zamanda ise Trump'ın kendi ülkesinde ise gücünün nelere yettiğini bugün Alabama'da gerçekleşecek olan senato seçimi ve bir dahaki yıldaki ara seçimler daha iyi belirleyecek.

Alabama senatör'ü Jeff Sessions Trump tarafından adalet bakanı olarak tayin edildikten sonra yapılması gereken senatör seçiminde eski hakim Roy Moore Cumhuriyetçi partiden aday oldu. Roy Moore Alabama'nın en üst mahkemesinde başkanken mahkemenin girişine İncil'de ki 10 Emir'in heykelini diktiren ve bunun için görevden alınan biri. Ayrıca 2016'da sorumlu olduğu mahkemede diğer hakimlere eşcinsellerin anayasal haklarını ihlal etmeleri talimatı verdiği için görevden alşınmış. Alabama'nın en güzel döneminin kölelik dönemi olduğunu söyleyen ve hakkında bir sürü kadının taciz davası açtığı bir isim.

Donald Trump'ın eski stratejisti ve en büyük destekleyicisi, Breitbart internet sayfasının sahibi Steve Bannon başından beri Moore'ı desteklerken Donald Trump desteğini daha yeni açıkladı.

Aslında bu karar Cumhuriyetçi Partinin her şekilde sadece kaybetmeye mahkum olduğu bir karar, zira Moore kazansa bile, temsil ettiği ahlaki çöküş ve bir sürü muammada olan yasal dava Washington'a taşınmış olacak, kaybederse ABD senatosunda Cumhuriyetçiler'in çoğunluğu ciddi şekilde hasar görecek.

Lakin Moore'ın kazanması Trump'ın Cumhuriyetçiler ve ABD üzerine nasıl bir hakimiyet sağladığının göstergesi olacaktır.

Ama ABD, Avrupa bir kenara dursun, asıl benim için önemli olan soru, ön gördüğüm bu çatışma gerçekleştiğinde Türkiye'nin ne tarafta yer alacağıdır.

O zamana kadar Türkiye'de hala aynı hükümet olacak mı, olursa çok sıkı fıkı olduğu eski dostları ABD / İsrail tarafında mı olacağı, yoksa son zamanda bayağı bir yakınlaştığımız Rusya / ŞİÖ safında mı olur?

Kimse kusura bakmasın, ve başka konularda ne kadar eleştirirsem eleştireyim, rahmetli İsmet Paşa'nın Türkiye'yi 2.. Cihan Harbi'ne bulaştırmaması gibi, şu an Türkiye'yi bu bataklığın dışında tutabilecek bir feraset ve devlet adamlığına sahip bir siyasi aktör maalesef göremiyorum.

Aslında kimseye haksızlık yapmak da istemiyorum. Çünkü Atatürk'ün 'Yurtta Sulh, Cihanda Sulh' ilkesinin terk ederek '0-Sorun'a geçtiğimizden beri zaten boğazımıza kadar battığımız Ortadoğu bataklığından bu saatten sonra ne kadar dışarıda kalabiliriz, o da başlı başına ayrı bir soru.