Türk milletine, gelmişine, geçmişine, geleceğine, tarihine, kültürüne ihanetin en açık haliydi isimli davalar süreci. Bu ihanetin adına Ümraniye davası demeyi tercih ettikçe, Ergenekon'un içine yeniden sıkıştırmaya, ateş çemberinin içinde yakmaya çalıştılar bizi... 2010lu yılların başında, 4600 küsür sene sonra sıkışıp kaldığı Ergenekondan tekrar çıkmaya çalıştı Türklük davası... Komik komik iddianamelerine gülebilirdik tabi, bir cinayet şebekesine dönüşmeseydi bu iş şayet... Davanın savcılığını yapan devlet büyüklerimizin teşrifatı ve gazıyla, adının başına hakim ve savcı getiren haysiyet cellatı katiller, ortalığı yangın yerine, Silivri'yi, Hasdal'ı, Mamak'ı mezarlığa, ülkeyi arenaya çevirdiler "hukuk" eliyle. Ki hukuk tarihine lağım kokan harflerle yazılacaktı adları. "Yüce Türk Mahkemeleri" sizi itinayla bir suça bulayabilir, kendinizi temize çıkarmak sizin probleminiz olabilirdi bir sabah saat 5te, sabah ezanı okunurken. Öyle ya, hainleriniz alnı secdeye değen dindar adamlardı, kilisenin zangocuyla kapınıza gelecek halleri yoktu ya...

Adına Atabeyler dedikleri düzmece davayla, toplumun sinir uçlarına tırnak atan, tepki gelmediğini görünce zıvanadan çıkmaya başlayan şer çetesi, kerameti kendinden menkul gizli tanıkların aleni iftiralarıyla, dağda terörün yıldıramadığı yiğitleri, kalemi bükülmez gazetecileri, neşteri hayat veren doktorları, aydınları, hocaları, futbol takımlarını yargıladılar mahkeme salonu taklidi yapan tragedya sahnelerinde. Cayır cayır çalıştı yalan makineleri, tepeden tırnağa pislige ve çamura batmış satılmış medyalarında. Öyle berbat bir oyun oynanıyordu ki bu sahnelerde; okyanus ötelerinde devşirilen iddianame benzeri şeylerin tercümesini bile adam gibi yapamamışlar, "okyanusa belge atmak" gibi deli saçmalarından bahseder olmuşlardı 3 yanı "deniz"lerle çevrili ülkemizde. Her celsede ayrı ayrı iddianame çökertmeniz hiçbir şey ifade etmiyordu zira iddianame zaten orduyu ve sesini çıkaran herkesi içeri tıkmak icin kullanılan bir araçtı. Bir Allahın kulu neyle suçlandığını öğrenemeyecekti bu rezil süreçte. Milyonlarca sayfa, yüzbinlerce tape, sonsuz rezillikle tanıştık yıllar içinde hep beraber... Ayaklar baş, başlar ayak oluveriyor, boşluk kabul etmeyen teamüller düzeni içinde, bir baltaya sap olamamış kifayetsiz muhterisler, baltayı tutan el olmaya başlıyorlardı. Deryaların, Semaların ve Dağların kahraman çocukları betonlara diri diri gömüldü... Gık diyemedik...

Türk'ün ordusuna atmadıkları iftira, bulaştırmadıkları çamur kalmayan kepaze ve kevaşelerin düşünemedikleri ve hesaba katmadıkları şey bir değil bindi oysa ki... Binlerce Dreyfus doğdu bu komedyadan. Hergün yeniden felsefe, yeniden sosyoloji, yeniden ahlak, yeniden tarih dersi verilir oldu duruşmalarda. Onur, haysiyet ve namusları için yaşayan yüzlerce adam, Allahın günü ahlak dersi verdi o mahkeme salonlarında cübbe gaspcılarına. Ne mümkün olduğunu yaşayarak gördük. Zira bu ordunun bir de "ateş olmayan yerden duman çıkmaz" diyerek sırtından hançerleyen milleti vardı. O hançerler ki, izleri hala her şehidin sırtında tazedir, yaşayanlarda hergün biraz daha kanar...

Bu ihanet komedyası tam gaz sürer, mahkemelerden atıflı sayılarda kişilere, atıflı yıllarda cezalar yağdırılırken, ülkenin barsaklarının temizlendiği dillendiriliyordu gazi Mecliste, şehit anneleri ellerindeki bayraklar yüzünden kovuluyor, terör örgütü destansı karşılamalarla yurda girişler yapıyordu 29 Ekimlerde gözümüzün içine baka baka, damarımıza basa basa... Ta ki; mülkün bekçilerinin ne menem bir kavgaya tutuştuklarını tv ekranlarından görene kadar sürdü bu işkence. Yani, hatadan dönülen kâr noktası öyle adaletle, hakla, akıl ve mantıkla falan açıklanamadı hiçbir zaman. Trajedinin bitmesi, suçsuz insanların çakıldıkları betondan kurtulması için mülk kavgasına girmeleri gerekiyordu iktidar sahiplerinin. Akıllar başa anca o zaman devşirilecekti ne yazık ki; iş işten geçtikten, hastane köşelerinde kasa dedikleri adamlar beş parasız öldükten, teröriste kök söktüren Kozinoğlular spor yaparken! can verdikten, Aziz Çakmaklar yere düştükten, Engin Alanlar annesini son kez göremeden istihbaratcılar eşliğinde cenaze namazı kıldıktan, babalar oğullarının, analarının cenazelerine katılamadıktan, adalet kapısı arkadan kilitlendikten,satın alınmış kadısı yüzünden devlet öldükten çoook sonra dank edecekti büyüklerimizin kafalarına feto denen çetenin varlığı. Hani şu 'devlete bulaştığına kargalar bile güler' dedikleri malum çete... Ülkede ırzına geçmedik kurum, kuruluş, kanun, vatandaş bırakmayan ihanet şebekesi ... 10 yılda yediği b.klarla Devletimin 50 senesine mal olan terör örgütü... Cübbe ve üniforma gaspcısı mensuplarının, an itibariyle bilmem ki kimlerin göz yummasıyla yurtdısinda cirit attıgı aşağılık çete...

"Gücünü mazisi şerefle dolu tarihinden alan" şanlı Türk ordusu feci satışına gelmişti bu süreçte tarihin sahibinin. Ve bu daha başlangıçtı. Aynı millet birkaç yıl sonra da, 15 temmuz gecesinde kendisini, isimli davaların müsebbibi katil çetenin elinden kurtaran Ergenekon ve Balyozzede askerlerinin kapısına gidip "karılarınız, kızlarınız bize helaldir" diye bağıracaktı... Lojmanlarının kapısına çöp kamyonları dayayacaktı.Gerçekten hançerlemekte sınır tanınmıyordu bu ülkede... Yaşanan akıl tutulmasının izah edilebilir tarafı hiç olmadı. Bugün çıkmış, beraat ettirmişler o mahkemelerde sözde yargıladıkları insanları. İyi de kardeşim, sizin kararlarınız, hakimleriniz, savcılarınız, mahkemeleriniz zaten yok hükmündeydi bizim için, bu neyin beraati. Adına karar verdikleri Türk'ten ve milletinden gayrı her şeydi. Mutlak butlandı zaten bizim için, oysa derdimiz çok başka bizim. Günah çıkarmıyor, adaleti tesis ediyorsak eğer, bize o günleri yaşatan her lafın, her hareketin ayrı ayrı hesabı görülsün. Zira hesaplaşma olmadan,verilmeyecek o helallik, Dreyfus gibi haykıracağız adaletin tecellisi için dağlara taşlara : "SUÇLUYORUZ" diyerek...
O güne kadar, selametle...