Evet, toplum Sisyphos'un kayasıdır. Aydın cemiyeti de Sisyphos'un kendidir. Aydınlar, tıpkı Sisyphos gibi kayalarını (toplum) bir seviyeye getirmek (dağın zirvesi) için büyük bir çaba ile mücadele etmektedir. Ancak aydınımızın unuttuğu bir gerçek vardır. O da Tanrının cezasıdır (doğa yasasıdır). Aydınımızın yaşamı pahasına dağın zirvesine çıkarmaya çalıştığı kaya, kaçınılmaz olarak aşağı düşecektir, düşmek zorundadır. Çünkü ceza veya yasa böyledir. Pekiyi, aydınımız ne yapmalıdır? Her şeyi bırakmalı mıdır? O zaman da aydın değil toplum olur. Bıraktığı an, kendi kendine yabancılaşır, yığınlaşır. Her şeyi olduğu gibi kabullenmeli (kadercilik) midir? Bu sefer de insan değil hayvan olur. Yoksa Albert Camus'un Sisyphos Söyleni adlı eserindeki gibi bu sarmalda aydın taraf olduğu için kendini tatmin ederek, bu sonu gelmez mücadeleden zevk mi almalıdır? Yani kendini mi kandırmalıdır? Aydınımızı bu içine düştüğü dipsiz kuyudan çıkaracak, girdiği çıkmaz sokaktan kurtaracak bir yol yok mudur?

İnsanlık tarihi, hiç şüphesiz bilinçli, bilgili ve duyarlı azınlıklar ile bilinçsiz, bilgisiz ve duyarsız, daha çok durağan, hantal ve dürtü temelli yaşayan çoğunluklar arasında sürekli bir çatışmanın mahsulüdür. Bu görüşümüzü dayandırmak için az çok bileceğimiz ve bazı etkilerini de hala yaşamakta olduğumuz toplum tarihimizden örnek vermek daha doğru olacaktır. Britanya'da meydana gelen Sanayi Devrimiyle birlikte uygarlıktan yalıtılması hızlanan toplumumuzun aydınları, yalıtım sorununu gidermek için çareler aramış, bulunduğu sanılan çareler sorun çözmek yerine yeni sorunlar yaratmıştır. Bu durumun birçok akademik nedeni olsa da temeli aydınlarımızın toplumunu tanımamasından kaynaklanmaktadır. Ne zaman ki toplumun alt cemiyetinden yetişen, toplumu tüm yaşamı boyunca kılcal damalarına değin yaşayarak gözlemleyen, bilgilenerek bilinçlenen ve kendi kendini yaratan bir irade, toplumun egemenliğini kayıtsız şartsız eline aldı, işte o zaman toplumumuz uygarlığa yeniden eklemlenebildi. Ancak egemenliğin el değiştirmesiyle aydın-toplum çatışması yeniden baş göstermiştir. 1950 seçimleri ile 27 Mayıs İhtilali, 1977 seçimleriyle 12 Eylül İhtilali, 1995 seçimleriyle 28 Şubat Muhtırası ve 2011 seçimleriyle 2013 Gezi Direnişi toplumumuzun yaklaşık 70 yıllık aydın-toplum çatışmasına üstünkörü birkaç örnektir.

27 Mayıs İhtilalinde toplumumuzun aydın cemiyeti, toplum için gerekli görülen düzenlemeleri yapmış, denetleme görevini dolaylı yoldan bürokrasiyle elinde tutmuştur. Fakat kuramda mükemmel olan düzenlemeler toplumla uyuşmamış ve uygulamada toplum bir kargaşanın içine sürüklenmiştir. 12 Eylül İhtilalinde toplumumuzun aydın cemiyeti, toplumun kargaşaya düşmemesi için gerekli düzenlemeleri yapmış lakin sadece 10 yıl sonra toplum tarihinin en büyük şoklarını arka arkaya yaşamıştır (1993-02). 1994-97 yılları arasında dinciliğin toplumun birinci dereceden huzur ve güvenlik tehdidi oluşturması sonrası 28 Şubat Muhtırası gerçekleşmiş, ondan da sadece 5 yıl sonra 'ulvi' toplumumuz gereken cevabı sandıkta aydınımıza vermiştir. Hem de bu sefer işler, aydınımızın hiç öngöremeyeceği şekillerde gelişmiştir. Toplumumuz, önceden defalarca terörist olduğu söylenen ve bir noktada kanıtlanan ancak 10 yıl sonra öyle oldukları anlaşılan 'dini bir cemaat' tarafından yıllarca yönetilmiştir.

İşte, ta 1839 yılından 2019 yılına kadar 180 yıl içerisinde toplumumuzun geldiği son ortadadır. Aydınımızın toplumumuzu ısrarla düzeltmeye çalışmasına rağmen, birkaç kere başarmış olmasına rağmen bugün geldiğimiz hakikat 'Erdoğanland'dır. Toplumumuzun özellikle 1950 sonrası 70 yıllık tarihini okuduğumda aklıma hep Antik Yunan Mitolojisinden bir hikayesi gelir: Sisyphos! Hikaye özetle şöyledir:

"Sisyphos tanrı-ırmak Asopos'a, kızı Aigina'nın Zeus tarafından kaçırılmış olduğunu söyler. Zeus'un bu sırrını vermesine karşılık olarak kalesi içinde bir pınarın akıtılmasını sağlar. Bu sırrının verilmesine çok öfkelenen Zeus, ölüm meleği Thanatos'u göndererek Sisyphos'u cehennemde zincire vurmasını ister. Sisyphos, büyük bir kurnazlıkla kendisini zincirlemeye gelen Thanatos'u zincire vurur ve Hades'i tehdit eder. Bu durum hiçbir insanın ölememesine yol açar ve kargaşa yaratır. Bunun üzerine, rakipleri ölmediği için yaptığı savaşlardan keyif alamayan ve canı sıkılan Ares ve Zeus; Thanatos'u zincirlerinden kurtarmak için müdahale eder. Sisyphos Ölüler Ülkesine götürülür ama kaderine katlanmak istemez. Karısından ölmeden önce kendisine cenaze töreni yapmamasını istemiştir. Törensizliği hoş karşılamayan Hades, dinsiz karısını cezalandırması için Sisyphos'un yeryüzüne dönme önerisini kabul eder... Sisyphos, kralı olduğu Korint'e varır ama artık geri dönmeyi reddeder. Sonunda Hermes tarafından Yeraltı Dünyası'na geri götürülür. Ölüler Ülkesi tanrıları hilekârlığının cezası olarak Sisifos'u büyük bir kayayı dik bir tepenin doruğuna yuvarlamaya mahkûm ederler. Sisifos tam tepenin doruğuna ulaştığında kaya her zaman elinden kaçmakta ve Sisifos her şeye yeniden başlamak zorunda kalmaktadır. Bu ceza Sisifos'a Nehir Tanrısı Asopus'a kızı Aegina'nın yerini söyleyerek Zeus'un sırrını ifşa ettiği için verilmiştir."

Bu mitolojik söylence, toplumlardaki aydınların çaresizliğini kısaca özetlemektedir.

Toplumu meydana getiren her insan gibi bir insan olarak üstinsan, bir yaşa kadar toplumun tüm değerlerini özümser. Bir kavşaktan sonra her şey onun için farklı aşmaya başlar. İçindeki iradeyi yavaş yavaş keşfeder. Çağının bilim yurtlarında bulunarak kendini aydınlatır. Kendini öğretilerle değil kendince terbiye eder. Olgunlaşır. Doğup büyüdüğü, aidiyet hissettiği topluma hizmet etmek için eğitim sonrası anayurduna döner. Toplumunun içine karışarak yanlışlıkları düzeltmek ister ve bazılarını düzeltir. Bir andan sonra toplumda var olan kökleşmiş sorunlar silsilesi karşısında kendini yapayalnız ve çaresiz görür. Çünkü sorunlar, toplumun yaşam biçiminin her alanına sinmiştir. Toplum da alışılagelmiş yaşantısının ve değerlerinin hem eleştirilmesini hem de değiştirilmesini hoş karşılamaz. Üstinsan, toplum sorunlarının yalnızca kendi özverisiyle değil bütün toplumu kuşatan bir çalışmayla çözülebileceğini kavrar. Bunun için de toplumdaki en geniş, en meşru ve en güçlü örgütün yani devletin düzeltilmesi gerektiğini fark eder. Devlet aracılığıyla toplumu evrimleştirme niyetlenir. Niyetinin amellerince yurt hainliğinden idam edilmez, dirayet gösterebilir ve tüm suçlamaları göğüsleyerek başarılı olabilirse, toplumu kısa bir zaman içerisinde kökten değiştirecek, hukuku ve özgürlüğü her köşe bucakta hâkim kılacak aralıksız devrimleri gerçekleştirir. Bir yaşama belki de bir kuşağa bedel olan bu mücadele ve kazanımlar, devrimlerin olgunlaşmadığı, çoğunluğun hala devrim öncesi düşünüşte olduğu bir devirde, önceki çağın artıklarına tanınan söz ve yasama hakkıyla yavaş yavaş aşındırılır. Bir zaman sonra devrimlerin yalnızca adı kalır. Toplum devrimler öncesine göre daha fazla sorunla baş başa kalır. Devrimlerin oluşturduğu kazanımlar, toplumun sırtında kambur yaratır. İşte böyle bir yıkımda, yine toplumun parçası başka bir insan kendini aydınlatarak üstinsanlaşır ve parçası bulunduğu yurdu yaşanabilir bir yer, toplumu yaşanabilir bir cemiyet yapabilmek için bir ömür mücadelenin içine girer. Bu mücadele de sayısız insana, bir belki de birkaç kuşağa bedel olur. Toplumların çoğunluğunun bilinç ve duyarlılık seviyesi yüksek olamayacağı için (oldurulamayacağı için değil) * her kazanım aynı zamanda bir kambur yaratmaya devam eder.

Evet, toplum Sisyphos'un kayasıdır. Aydın cemiyeti de Sisyphos'un kendidir. Aydınlar, tıpkı Sisyphos gibi kayalarını (toplum) bir seviyeye getirmek (dağın zirvesi) için büyük bir çaba ile mücadele etmektedir. Ancak aydınımızın unuttuğu bir gerçek vardır. O da Tanrının cezasıdır (doğa yasasıdır). Aydınımızın yaşamı pahasına dağın zirvesine çıkarmaya çalıştığı kaya, kaçınılmaz olarak aşağı düşecektir, düşmek zorundadır. Çünkü ceza veya yasa böyledir. Pekiyi, aydınımız ne yapmalıdır? Her şeyi bırakmalı mıdır? O zaman da aydın değil toplum olur. Bıraktığı an, kendi kendine yabancılaşır, yığınlaşır. Her şeyi olduğu gibi kabullenmeli (kadercilik) midir? Bu sefer de insan değil hayvan olur. Yoksa Albert Camus'un Sisyphos Söyleni adlı eserindeki gibi bu sarmalda aydın taraf olduğu için kendini tatmin ederek, bu sonu gelmez mücadeleden zevk mi almalıdır? Yani kendini mi kandırmalıdır? Aydınımızı bu içine düştüğü dipsiz kuyudan çıkaracak, girdiği çıkmaz sokaktan kurtaracak bir yol yok mudur?

Bizce* (biz: ben ve beni ben yapan bütün düşünürler) vardır. Bu yol, ilk okunduğunda, ilk duyulduğunda veya ilk izlenildiğinde "yahu hiç olur mu böyle şey" diyerek Sisyphos efsanesine inanmamaktır. Buradaki esrar, 'inanma' dürtüsündedir. Eğer bir kişi cinlere inanmaz ise cinler onun için yoktur ve bütün cin anlatıları onun için hurafedir. Eğer o kişi cinlere inanıyorsa cinler onun için vardır ve anlatıların hepsinde ona göre azda olsa bir gerçeklik payı vardır. Aydınımız da Sisyphos efsanesine, tıpkı çocukken hayaletlere inanan ve yetiştikçe inanmayan sağlıklı insanlar gibi inanmamalıdır. Bizce buradaki inanç, insancılığa (sanat terimi değil düşünce terimi olarak: hümanizm), eşitlikçiliğe (egaliteryanizm) ve yine insancılığa temellendirilen, insan eşitliğine dayalı toplum-yönetimine, elerkine (demokrasi) duyulan inançtır. Bu kavramlara duyulan inanç, son yüzyıl içerisinde küreselleşmiştir. Ve aydın cemiyeti, bu inanca öyle bir bağlanmıştır (rabıta) ki, bu bağnazlık onu kötü bir Ouroboros'a (kendi kuyruğunu yutan yılan çelişiği) dönüştürmüştür. Hukukun üstünlüğünü, yargının bağımsızlığını, birey özgürlüğü ve özerkliğinin genişletilmesini, bilim eğitiminin toplumlaşmasını, doğa-tarih-kültür sömürüsünün engellenmesini, cinsiyet eşitsizliğinin giderilmesini, düşünce-ifade özgürlüğünü, yeterlilik, huzur ve güven isteyen aydınımız, tüm bu değerleri geneli bilinçsiz, bilgisiz ve duyarsız olan yığınların onayına sunarak kendi kendini yok etmektedir. Bu gerçeklik, insanlık yasası olarak, insanlık tecrübesi olarak da ortadadır. Ancak aydınımızın gözünü kör eden bu inanç, dün yarattığı gibi bugün de Mussoliniler, Maolar, Humeyniler yaratmaktadır. Ve dolaylı yoldan aydınımızın yarattığı bu yaratıklar özel yaşamın özeline dahi el atmaktan geri durmamaktadırlar.

Bütüncülleşmenin (Totaliterleşme) kabullenilmesiyle ilk başlarda saf bir ıra (karakter) olan aydınımız zamanla Sisyphos'tan Prometheus'a dönüşür. Bilindiği üzere Prometheus, kendi yarattığı insanlar için Tanrılardan ateşi çalmıştır. Tanrı Zeus ateşi çalıp insanlara vermesinden dolayı, Prometheus'u korkunç bir cezaya çarptırmıştır. Onu zincirlerle Kaukasos dağında kayaya bağlatarak, kara ciğerini Ekhidna ile Typhondan doğma bir kartala yedirtmiştir. Kartal her gün gelip karaciğerini yiyor ve yenilen ciğer her gün yeniden oluşuyor ve kartal tekrar yiyordu. Aydınımız da durumu böyledir. Parçası olduğu topluma insanca yaşam (Hukukun üstünlüğünü, yargının bağımsızlığını, birey özgürlüğü ve özerkliğinin genişletilmesini ilh.) sunabilmek için aklın getirilerini Prometheus gibi çalmıştır. Ancak Tanrı yani toplumun mevcut görüş tarzı, aydınımızı tıpkı Prometheus gibi cezalandırmıştır. Onun tüm hak ve özgürlüklerini elinden almış, onun şerefini ayaklar altına almış ya yurtdışına sürmüş ya da müebbet hapisle cezalandırmıştır. * Acıdır ama acı gibi yaşanan bir gerçekliktir.

Bizce bu yaşanan olaylar ne kadar acı olursa olsun kazanım olarak görülmelidir. Hatta Camus'un saflığıyla iyi ki yaşanmış denilmelidir. Çünkü böylelikle tecrübe edinmiş olduk. Acıları, "Bin musibet on bin nasihatten evladır" diye değerlendirmeliyiz. İyi ki İtalya'da Mussolini diktatör oldu, böylelikle buyurganlık yönetiminin ne menem bir şey olduğunu iyice anladık. İyi ki Çin'de Mao devrim yapmış, yapmış ki Marksçı sapkınlığın nelere sebebiyet vereceğini insanlık (düşünen insanlar) olarak görmüş olduk. Ve iyi ki İran'da Humeyni inkılap gerçekleştirmiş, din merkezli devletin yanlışlıklarını çağımızda gözlemleyebildik.

Prometheus hikayesinde, Prometheus'u Tanrı'dan Herakles kurtarmıştı. Pekiyi bir Prometheus'a dönüşen aydınımızı toplumdan kim kurtaracaktır? Bizce insanı çağımızın çıkmazından yine çağımızın en kuytu köşesindekiler, beridekiler kurtaracaktır. Ebeveynlerinin taşıdıkları gelenekler, içinde doğup büyüdükleri ataerkil aile, korumacı akraba, baskıcı mahalle, muhafazakâr toplum ve müdahaleci devlet (özellikle eril eğitimiyle) tarafından çepeçevre kuşatılmış kadınlar, genç kadınlar kurtaracaktır. Egemen kültür tarafından sömürülmüş, genel eğitimin dışında içten gelen bir özveriyle felsefeyi, sanatı anlamış (okumuş değil anlamış yani ne denmek istediğini özümsemiş) ve en önemlisi zamanla toplumun içinde erimeyerek özgürlüğünü gerçek manasıyla koruyabilmiş genç kadınlar, başta aydınımız olmak üzere tüm toplumu yeni baştan yaratacaktır: Tanrıçalar Dirilecektir!

Bu dirilişin nasıl olacağı uzunca başka bir yazının konusudur. Şimdilik sadece genel hatlarını ifade etmekte fayda vardır. Çağımız toplumunun mevcut değerler dünyası ile kavga vermekte olan kuşağımız, öncelikli olarak çağımız aydınının bağlandığı şu inanç salgınından kendini korumalıdır. Toplumun Sokrateslerden değil Zübüklerden teşekkül ettiğini görmelidir. Düşüncelerini ve eylemlerini idealar üzerine değil gerçeklikler üzerine inşa etmelidir. Kendini refah, mevkii, huzur dolu, çocuklu bir aile yaşamı, şöhret ve cinsellik için değil varlığı (madde, canlılık, insan, insan değerleri) idrak etmek, düşünmek, biçimlemek, anlamak ve bilgilenmek için hazırlamalıdır. Sürüleşmemek için kendi içinde nöbet tutarak yaygın kültürün, tüketim yığınlarının parçası olmamalıdır. Ve en önemlisi özgürlüğünü en kısa süre içinde, tam anlamıyla sağlamalıdır ('ben zaten özgürüm' demeyin, değilsiniz). Bilgisini bilinç düzeyine çıkarmalı, duyarlılık duygusunu geliştirmelidir. Kendi başına örgüt kurmamalı, kurulu örgütlere katılmalı ve katıldığı örgütün bilinçli bilgeleriyle arkadaşlık kurmalıdır. Basın ve yayın alanına tüm alanlardan daha fazla kıymet vermelidir. Saçını başını yolan bir kocamış kadın gibi toplumun kendi bedeninde yarattığı beni parçalamalı ve kendi kendini yeniden yaratmalıdır. Kendini önce öldürüp, sonra diriltmeli, Tanrılaşmalıdır (Aristoteles "Tanrı, kendi kendini düşünen bir düşüncedir" der).

Soninsan* yenilecek, üstinsan uygarlığı, Tanrılar ve Tanrıçalar çağı kurulacaktır.

Yazılarımın sonlarında devamlı vurguladığım gibi Asımı, Haluku, Yağmuru kendinde yoğuran Türk Milliyetçisi gençler, atalar ve şehitler mirası olan Türklüğü kurtaracak ve sıradan insanların olan bu kalitesiz çağı devirecektir. Ulu Gazi Mustafa Kemal Atatürk'ün de altını çizdiği gibi bütün ümidimiz gençliktedir. *

1* Bir toplumun değil çoğunluğu yarısı dahi bilinçli, bilgili ve duyarlı olamaz. Bugün en gelişmiş toplumlara bakınız, bilinçli-bilgili olsalar bile duyarsızlık yaygındır. Seçimlere katılım oranları, aşırı sağın önlenememesi vb.

2* "Siz kimsiniz millete akıl veriyorsunuz" diyenler olabilir. Ben de "eğitimsizler, ilkokul mezunları, lise mezunları el ele verip toplumun gerekli görülen yasalarını yapabiliyorsa benim de bir yazı yazmaya hakkım vardır" diyorum.

3* Bakınız: Ergenekon-Balyoz Süreci

4* Soninsan ve üstinsan kavramları Friedrich Nietzsche felsefesince değerlendirilmiştir.

5* Burada sebepsiz yere doğup sebepsiz yere yaşayan değil, örgütlü Türk Milliyetçisi gençlik kastedilmiştir.