"Bugün 'post-modern' sıfatını pejoratif anlamda kullananlar
modernleşmenin ortodokslarıdır."

Besim F. Dellaloğlu
     Hilmi Yavuz, Okuma Notları adlı kitabında yer alan, Nostalji ve Modernizm başlıklı notunda, nostaljiyi (geçmişseverlik) dönemlere ayırır: "Modern toplumlarda nostalji, geleneksel'e; postmodern toplumlardaysa modern'e (burjuva ideallerine) duyulan özlem oluyor." Ve ardından, bu dönemsel ayrımın bizdeki karşılığını şöyle özetler: "…Osmanlı'ya (geleneksel'e) duyulan nostalji modernizm'e; Cumhuriyet ideallerine (modern'e) duyulan nostalji ise, postmodernizme karşı gösterilen tepki sayılabilir." Gerçekten de öyle: Türkiye'de postmodernizme dönük -aceleci, ön yargılı- karşı çıkışlar, çoğunlukla, geleneksel'e değil de, modern'e özlem duyan çevreler tarafından dile getiriliyor. Yani, Süreyyya Evren'in deyişiyle "hazzetmedikleri her şeye postmodern diyen insanlar", daha çok, körü körüne modernist tipler arasından çıkıyor. Ki, bu durumda şaşılacak bir şey de yok aslında. Zira geleneksel'e özlem duyanlar, postmodernizmi, bir tür 'premodern'e dönüş projesi' gibi görerek, göstererek -kısmen- sahiplenebiliyor; tıpkı, dinî kimliklerinin üstün niteliklerini Nietzsche'nin metinleriyle ispatlamaya çalışan bazı siyasal İslâmcılar gibi. Zaten modern'e özlem duyan öznelerin, postmodernizme dönük şiddetli tahammülsüzlüğü de, büyük ölçüde bu yanlış -ya da eksik- okumadan kaynaklanıyor.

 Ben, tıpkı Süreyyya Evren gibi postmodernizmde "özgürleşme duygusu" bulan biri olarak, bu türden geçmişseverlikleri, hele de dayanaksız 'altın çağ' özlemlerini son derece sakıncalı bulur, şimdiki zamanıma yönelik ciddi bir tehdit sayarım. İşime gelmeyenleri değil yalnızca; hepsini, aynı derecede. Neden mi? Kabaca, iki önemli nedeni var:

Bir: Katlanılmaz gerçeklerin işgalinden korunmak için, ara sıra çalınan bir kapı ise, iyidir nostalji. Güçlü bir ağrı kesicidir. Fakat öte yandan, Ahmet Oktay'ın da, Kültür ve İdeoloji adlı kitabında dikkat çektiği gibi: "…başvurulduğu anda yenilgiye uğrayan bir pratiktir nostalji." Zira verdiği doygunluk hissi sahte, geçici, şizofreniktir. Böyle bir ilacı sürekli kullanmak, o mazi senin bu mazi benim, rüyalarındaki geçmişte gezinip duran kullanıcıyı, ister istemez kendi yaşamöyküsünden koparır, geçiştirdiği gerçekler karşısında adım adım iflasa sürükler.

Ve iki: Yerleşik (kalıcı) bir geçmişseverlik, er geç bugüne dönük bir faşizm doğurur. Daha önce de, yine Hilmi Yavuz'un bir dizesinden esinlenerek yazmıştım: Mazi, yarınlarda, yani gelecekte dönülmesi planlanan bir 'ev', ya da diğer bir deyişle bir tür doluluk hâli olarak değil, aksine bugünde, şu anda yarattığı boşluk, eksiklik duygusuyla, 'artık yok' oluşuyla, kısacası "kalpte yarayken" güzeldir. Hâliyle geçmişseverlik de, maziyi şimdiye, bahsettiğim şekliyle taşıyabildiği ve tabiî ki barışseverlikle de örtüşebildiği ölçüde ideal bir durum, insancıl bir niteliktir. (Yeni Türkiye'de geçmişseverlik, barışseverlikten ziyade fetihlerle, cihangirlik aşkıyla örtüşüyor maalesef!) Geçmişseverlikte aşırıya kaçmak, nostaljiyi giderek -fütürizm (gelecekçilik) misali- bir ideolojik dizgeye, bir çeşit siyasî projeye dönüştürmek, bizi hiçbir yere, daha doğrusu bireysel özgürlüklere olabildiğince alan açan, farklı kimliklere hayat hakkı tanıyan bir demokrasiye götürmez. Tam tersine totaliterliğe, ötekileştirmeye, şiddete götürür.

Bu iki sakınca (tehlike) yüzünden, geçmişseverliğin dozuna, biçimine dikkat etmek, geleneksel'i özlerken modern'e, modern'i özlerken ise postmodernizme karşı köktenci tepkiler geliştirmemek gerekiyor. Vaktiyle Yahya Kemal'in, Tanpınar'ın, geleneksel ile modern arasında kurabildiği devamlılık ilişkisini, biz de şimdilerde, modern dünya ile postmodernizm arasında kurabilmeliyiz.

Bana kalırsa, bizim işimiz onlarınkinden çok daha kolay.