Siyaset biliminde ve sosyolojide hatta sinemada bile sıkça görülen bir çarpıklıktır anakronizm. Örneğin Cüneyt Arkın filmlerinde atla koştuğu yoldaki tekerlek izleri, kolunda unutulmuş bir saat ya da bir sahnede gökyüzünde uçan uçak anakronizmdir. Sosyolojide ya da antropolojide geçmiş yüzyıllara ait bir olayı ele alırken bugünün değerleri ve doğrularıyla çözümleme yapmak da anakronizme düşmektir. Özetle Anakronizm herhangi bir olayın gerçekleştiği zaman dilimindeki koşullardan bağımsız değerlendirme yapma yanlışıdır.

NATO konusunda son dönemlerde dillendirilen eleştirilerde sıklıkla anakronizme düşülüyor. Eleştiriler NATO'ya ya girdiğimiz dönemin koşullarından bağımsız günümüz siyasetinin histerik yalpalamalarından yola çıkılarak dillendiriliyor. Oysa hatırlamak lazım. Biz Amerikanın başını çektiği bu organizasyona neden girdik?

Aradan uzun yıllar geçti. Dünya bölgesel savaşlara rağmen küresel çapta bir yıkımın korkunç yıkıcılığını unuttu. Post modern düşünceler, edebiyat, sanat, bizim de içinde bulunduğumuz bazı milletlerin geçmişteki acıları unutup insan doğasının korkunç gerçeklerinden uzaklaşmasını sağladı. Oysa milletler için birkaç güne tekabül edecek bir geçmişte dünya 58 milyon insanın öldüğü en az bir o kadarının yaralandığı, şehirlere atom bombalarının atıldığı bir dönemi geçirdi. Milletler tüm varlıklarını, imkânlarını bu savaştan galip çıkmak için seferber ettiler. Sonunda on yıllar sonra toparlansalar da o korkunç yıkımın etkileri hala görülebilmektedir. Örneğin İngiltere dünyanın en güçlü birkaç ülkesinden birisi olarak girdiği savaştan kazanan tarafta olmasına karşın Avrupa'nın sıradan bir ülkesi olarak çıkacaktı.

Ülkemiz ikinci dünya savaşına girmedi. İnönü ve kabinesi bu savaşa girmenin ülkemiz için korkunç bir yıkıma yol açacağını görüyorlardı. Savaşın ilk dönemlerinde Almanya'nın korkunç bir güç ve yıkıcılıkla kazandığı mevziler nedeniyle Amerika, Sovyetler Birliği ve İngilizler Türkiye'nin savaşa girmesi için İnönü'ye yoğun bir baskı yapmaya başladılar. Bu baskılar önceleri çeşitli vaatler içerirken sonraları tehdit seviyesine ulaşmıştır. 1943 yılında Britanya başbakanı Churcill ile Adana Yenice tren istasyonunda bir tren vagonunda görüşen İnönü ağır baskılara direndi. Bulgaristan'da yerleşik Alman hava kuvvetlerinin İstanbul'a yapacağı bombardımanı durduracak gücümüz olmadığını ve bu saldırıyla Almanların İstanbul'u rahatlıkla yok edebileceklerini söyleyerek müttefiklik talebini reddetti. Bu esnada Stalin çıldırmışçasına İngiliz ve Amerikalılara "Türkiye'yi bu savaşa sokun. İstemiyorlarsa enselerinden tutup yine sokun" şeklinde gayrı diplomatik bir dille baskı yapıyordu. Baskılar yoğunlaştı. Kahire'de yeniden görüşüldü. Bu sefer Roosevelt de toplantıda hazır bulunmuştu. İnönü uzun süren baskılar karşısında birden konuyu değiştirip "Burada baskın yememizden korkmuyor musunuz?" diye bir soru sorar. Roosevelt şaşırır. "Tabiî ki hayır" cevabını verir. İnönü ısrar eder. "Ama Almanlar Girit adasında devasa bir filo bulunduruyor. Menzildeyiz" der. Bunun üzerine Roosevelt böyle bir saldırıyı önlemek için ne kadar askeri gücün etrafta konuşlandırıldığını sayıp dökmeye başlar. Bunun üzerine İnönü "İşte sadece kendinizi korumak için saydığınız bu güçlerin yarısı bile ülkemi savunmak için benim elimde yoktur. Bu kadar zayıf bir durumdayken ve ülkemi savunamayacak haldeyken savaşa dahil olmamı benden nasıl istersiniz" diye sorar. Churchill bunun üzerine Roosvelt'e dönüp "Seni avladı" şeklinde cevap verir ve ısrar burada sona erer. Türkiye'nin savaşa girmeyeceği anlaşılmıştır.

Türkiye baskıları savuşturmuş ancak buna karşın Stalin'in savaşın sonuna kadar saklayacağı öfkesinin muhatabı olmuştur. Sovyetlerin bu savaşta 18 milyon insan kaybettiğini anımsayacak olursak öfkesi anlaşılabilir. Zira Türkiye kimin safında yer alırsa yaşayacağı büyük yıkıma karşın müttefiklerine zaferi hediye edecek kadar statejik bir konumdadır. Türkiye'nin tarafsızlığı Sovyet tarafında yaşanan korkunç kayıpları büyük bir öfkeye dönüştürmüştür.

1945 de savaş bitmiş Yalta'da toplanan galipler resmen dünyayı yeniden dizayn etmişlerdir. Özlenen barış havasına rağmen Stalin'in öfkesi dinmemektedir. Savaş öncesinde Türkiye'den toprak taleplerini dile getirmiş, Montrö anlaşmasını tanımayacağını ifade etmişti. Almanların Sovyetlere saldırdığını gece yatağında öğrenen İnönü işte bu yüzden dakikalarca histerik kahkahalar atmıştır. Sovyetleri durduracak gücümüz yoktu. Stalin'in savaş öncesinden gelen öfkesi savaşın ardından katlanarak artmış, Türk siyaseti ve kamuoyu Rus işgali ile yatıp kalkmaya başlamıştı. İngiliz ve Amerikalılar müttefiklik talebini reddetmemiz nedeniyle bize soğuk davranıyor, Sovyet saldırısı karşısında sahip çıkmayacaklarını dillendiriyorlardı. O yıllarda nasıl bir psikoloji içinde olduğumuzu dönemin gazetelerine ve dönemi anlatan kitaplara bakarak anlayabiliriz. Korkuyorduk. Hem de ölümüne korkuyorduk. Stalin'in korkunç şeyler yapabileceğini biliyorduk. Zira cihan harbinden çıkan ordusu dünyanın en büyüğüydü ve Stalin acımasızlığıyla ünlüydü.

Türkiye bu koşullarda ve psikolojik iklimle batının güvenlik şemsiyesine dahil olmak istedi. Reddedilmiştik ancak Sovyetler japonya'ya atılan atom bombasının savaşın seyrine yaptığı etkiyi görmüş ve hızla çalışmalara başlamıştı. Savaşın ardından geçen birkaç yılda Stalin'in atom bombasına sahip olacağı anlaşılmıştı. Sovyetlerin süre içinde tüm Avrupa hatta batı için tehdit haline geleceğini ilk anlayan ve soğuk savaşın ilk serin rüzgârlarını hisseden İngiltereydi. Boğazların önemi ve Sovyetlerin Türkiye üzerinden orta doğuya sarkabilme ihtimali nedeniyle Türkiye'nin Sovyetlerin işgaline terk edilemeyecek kadar önemli olduğunu anlamışlardı. Türkiye'ye karşı tavrı yumuşatmak gerektiğini Amerika'ya söyleyenlerde onlardı. 1949'a gelindiğinde, yani savaşın ardından sadece 4 yıl geçtikten sonra kapitalist dünya ile komünist bloğun bir çatışmaya gireceği anlaşılmıştı. Rus tehdidi gözle görülür hale gelmiş nükleer bir güç olmasına kesin gözüyle bakılan Sovyetlere karşı Türkiye'nin önemi anlaşılmıştı. Savaşın gerçek galibi olan Amerikanın öncülüğünde ve İngilterenin vizyonerliğinde NATO işte böyle bir iklimde kuruldu.

Türkiye bu yeni organizasyonu can simidi gibi görüp büyük bir şevkle katılmak istediğini duyurdu. Zira NATO Sovyet saldırısı konusunda Türkiye'nin son şansıydı. Niyetleri o yönde olmasına rağmen Türkiye'yi organizasyona hemen kabul etmediler. Öncelikle korkunun olgunlaşması ve sonraları ülkenin ekonomisini, sanayisini ve ordusunu tasallut altına alabilecekleri psikolojik iklimin oluşması için beklediler. Stalin'in tehditleri karşısında korku hipnozuna girmiş Türkiye'ye 1952 yılında yeşil ışık yaktıklarında Menderes hükümeti Kore'deki savaşa asker göndermeye bile hazırdı. Yeter ki batı bizi kabul etsindi. 1946 da İstanbul'a gelen Missouri zırhlısındaki askerlerin rahat etmesi için İstanbul'daki genelevlerin boyanıp temizlendiği çok yazılıp çizilmiştir. Aynı şeyler Menderes döneminde de yaşanmıştır. Bu tür rezilliklerin sebebi ülkeyi esir alan Stalin korkusudur.

NATO' ya girdikten sonra bu organizasyon ile olan ilişkimizin ülkemize ne kazandırıp ne kaybettirdiği ayrı ve büyük bir tartışma konusu olup bu yazının amacı dışındadır. Bugün bu yapıdan çıkmamız ya da kalmamız gerektiğini savunanların argümanları sağlıklı jeopolitik, ekonomik, askeri ve kültürel hesaplara, analizlere ve öngörülere dayanmak zorundadır. Türkiye'nin ikinci cihan harbinde en korkunç siyasal iklimde dahi sergilemeyi başarabildiği tarafsızlığı bugün de sergileyebilmesi, ülke geleceği ile ilgili konularda kendi jeopolitik amaçlarını bilmesi gerekmektedir. "Ne Amerika ne Rusya ne de Çin, her şey Türkiye için" söylemi boş bir slogan değildir. Türk Milletinin jeopolitik hedef ve hesapları nelerdir bilmeden bu soruya verilebilecek doğru bir cevap da yoktur. Mevcut iktidarımızın bırakın Türk jeopolitiğini Türklüğe karşı bile tavrı ortada dururken NATO konusunda sağlıklı bir tavır alınabileceğini beklemek boşunadır. Tartışmalar ülkenin bekası ve geleceği cihetinden değil tamamen siyasal iktidarın bekası üzerinden yürütülmektedir.

Tarihi olaylar anakronizme, gündelik siyasal hesaplara ve hamasete sapılmadan dönemin koşulları içinde değerlendirilmelidir. Türk milleti mensubu olduğu uluslararası organizasyonlara mensubiyetin gerekliliklerini konuşmadan önce kendi jeopolitik hedeflerini tanımlamalıdır. AB konusunda olduğu gibi hangi örgüte dahil olup hangisinden ayrılacağımız sorusunun cevabı ancak bundan sonra verilebilir ve anlamlı bir boyut kazanabilir. Bu tartışmalar yapılıp sonuca ulaştırılmadan konuşulacak meseleler ve elde edilecek sonuçları bilimsel temelleri olan kabuller olmayacaktır. Kamuoyunda özlediğimiz ancak göremediğimiz tartışmalar bunlardır. Bu nedenle alınan karar ne olursa olsun doğru bir karar olmayacaktır.

Sahi bir Türk jeopolitiği meselemiz var mı?