İnsanlığın varoluş öncesine yönelik evrim kuramı hala tartışılıyor ve insanların çoğunluğu tarafından reddolunuyor olsa da, insanlığın varoluş sonrası bir evrim içerisinde olduğu su götürmez bir gerçeklik olarak önümüzde durmaktadır. Bu gerçeği kavramak, bütün beşeri ilimlerin doğru okunması için gereklidir.

İnsanlık tarihi genel hatlarıyla ele alındığında günümüzden yaklaşık 12 bin yıl önce yaşanan tarım devrimiyle (neolitik) insanlık, avcı-toplayıcı mağara kültüründen tarım alanları merkezli yerleşim birimlerinin kurulduğu ve toplumsallaşmanın sistemleştiği köy kültürüne (feodalizm) evrilmiştir. İnsanın köyünden çıkmadan bir ömür yaşayabildiği, aileye, aşirete, köye mahkum, ataerkil aile anlayaşının egemen olduğu, atalardan alınan inançların sahiplenildiği köy kültürü de yaklaşık 250 yıl önce Britanya'da yaşanan sanayi devrimiyle (endüstri) şehir kültürüne (modernizm) evrilmiştir. 

Sanayi devrimiyle birlikte, birbirinden dağınık hallerde bulunan köylüler, sanayi çevrelerine toplanarak bugün bir parçası olduğumuz milyonluk hatta on milyonluk şehirleri yaratmıştır. Şehirleşme öncesi köyünde bir evi olan, kendi yağında kavrulan, köyündeki herkesi tanıyan, herkesle ortak gelenek ve inancı paylaşan ve inancıyla tüm varoluşu açıklayan köy insanı, şehirlerde ölüm kalım temelli bir geçim derdine, tanımadığı milyonlarca insanla ve binbir şüphe ve ihtimalle karşı karşıya kalarak büyük bir boşluğa düşmüştür. Bu düşüş, (Albert Camusun ruhu şad olsun) bu korku sosyopolitik olarak "muhafazakar" diye adlandırılan kitleyi/yığını yaratmıştır.

Köy kültürünün kalıntıları olan bu yığın, insanlığın varolan değişim ve gelişiminin on sekizinci yüzyılda başdöndürücü bir ivme kazanmasının yarattığı şok ile irkilmiş ve bu ivmeyi durdurmak, durduramasa dahi yavaşlatmak için tarihte her yenileşme eğilimine karşı tepki göstermiştir. Devlet erkinin yığınlarca belirlenmediği zamanlarda bu çabaları beyhude kalmış, ilerlemeci monarklar veya diktatörler, ülkelerini teknikte en gelişmiş, toplumsal yaşamda en ileri seviyeye ulaştırmak için sanayileşmeyi/şehirleşmeyi teşvik etmiştir (Bakınız: Japonya - Meiji İhtilali). Çağın hareket ve sürat mefhumu olduğunu anlayamayan baskıcı ve gerici yönetimlerde ise çağı takip eden topluluklar, çağın gerisinde kalan ve kaçınılmaz olarak sömürgeleşen toplumlarını bu durumdan kurtarmak için ilerlemeciliğin savunuculuğunu üstlenmiştir.

İlerlemeciliğin savunuculuğunu üstlenen topluluklardan biri olan milliyetçiler, on sekizinci yüzyıldan yirminci yüzyılın ikinci yarısına değin sürekli bağnaz bürokrasi ve muhafazakar yğınlarla mücadele etmiştir. Yaklaşık iki yüzyıllık mücadelede milliyetçiler, kendi uluslarıyla birlikte insanlığı ileriye götüren 1776 Amerikan Devrimi, 1789 Fransız Devrimi, 1848 Avrupa Devrimleri, 1870 Alman ve İtalyan Devrimleri, 1917 Rus Devrimi (Şubat Devrimi), 1923 Türk Devrimi gibi sıçramaları gerçekleştirmiştir.

Milliyetçilerin bu ilerlemeci yönü, yirminci yüzyılın ortalarında diğer tüm toplulukların ilerlemeci yönü gibi durağanlaşmıştır. Bu durağanlaşmanın birçok nedeni olsa da asıl neden devlet erkinin, çağını anlayan, ilerlemeci, bilinçli, bilgili ve tecrübeli çevrelerden yığınlara geçmesidir. Yani demokrasidir. İkinci Dünya Savaşının ardından demokrasinin küreselleşmesi, toplumlardaki ilerlemeci kesimleri, yığınların oylarına mahkum etmiştir. Doğrudan veya temsili hangi türü uygulanırsa uygulansın demokratik bir cemiyette ilerlemeci kesimler, birey özgürlüğü/özerkliğini korumak ve bir parçası oldukları toplumun sorunlarını gidermek için çoğunluğu eğitimsiz, bağnaz ve önyargılı olan yığınların onayını almaya mahkum bırakılmıştır. Bu mecburiyet kaçınılmaz olarak her ilerlemeci düşünceyi, oy sayısını çoğaltmak için muhafazakarlaştırmıştır. Milliyetçilik de yirminci yüzyılın ortalarından itibaren demokrasinin doğurduğu zorunluluktan ötürü muhafazakarlaşmıştır.

Çünkü milliyetçiler, devlet erkini ele alarak uluslarının mevcut sorunlarını çözmek, gerekli gördükleri yatırımları yapmak, uluslarını sömürge olmaktan kurtarmak ve uygarlığa katkı sunar bir hale getirmeyi istemektedirler. Devlet erkini alabilmek için de yığınların hoşlanacağı söylemlere yönelmesi ve iktidar olunduğunda iktidardan düşmemek, bir dahaki seçimi kazanmak için yine yığınların hoşuna gidecek yasaları çıkarması, politikaları uygulaması gerekmektedir. Böylelikle ilerlemeci bir düşünce olan milliyetçilik, muhafazakar-durağan, bürokratik-kurumsal bir hal almaktadır (Bugünün Türkiyesinde olduğu gibi). Hatta tüm uygarlığı tehdit eden Marksçı terörün ivme kazandığı 1945-90 yılları arasında milliyetçilik düşüncesi, dincileşmiştir. Geçmişte yaşanan bu eğilimler hem dünya hem yurt gerçekliği içerisinde anlaşılsa da soğuk savaş sonrası milliyetçiliğin hala muhafazakarlığın temsilcisi olma çabası, sorunun kaynağı olarak sistemin kendini yani demokrasiyi ortaya koymaktadır. Demokrasi, toplumun kendi kendini yönetmesidir. Daha doğru bir tanımla demokrasi, toplumun sayıca en kalabalık kesminin diğerlerinin -sadece- can güvenliğini garanti ederek toplumu yönetmesidir. Esas tibariyle milliyetçiliğin, muhafazakar veya demokrat olması başlı başına bir çelişkidir.

Milliyetçilik, milletin isteklerini yerine mi getirecektir yoksa milletin, farkında olmadığı hastalıklarını tedavi mi edecektir? Milliyetçilik, milletin kuyruğuna takılıp kalacak mıdır yoksa milletine her zaman yol gösterecek, ona çağ atlatacak bir ülkü mü olacaktır? Bu sorular, bugünün milliyetçilerinin büyük bir ciddiyetle cevaplaması gereken sorulardır. Özellikle yirmi birinci yüzyılın ilk çeyreğini yaşamakta olan bugünün milliyetçi gençlerinin, yeni yüzyıl önlerinde duruken çözmesi gereken ilk sorulardır.

Yukarıdaki soruların cevapları her ulus ve her ulusun milliyetçiliği için farklı cevaplar doğursa da, Türk Milletinin bir parçası olan, bilinçli ve milletinin tarihini bilen her samimi Türk Milliyetçisi için hiç şüphesiz soruların ikinci kısmıdır. Çünkü her bilinçli Türk Milliyetçisi tarafından bilinir ki, Türk Milleti uzun dönem uygarlıktan yalıtılmış, insanlığın ilerlemesine eşlik edememiş, kendi kendini eğitememiş ve sanayileşememiş/şehirleşememiştir. Ezici bir çoğunluğu hala köy kültürünce varoluşu ve insanlığı açıklamaktadır. Ulaşım, iletişim, eğitim, kuşam ve tüketim araçları çağdaş olsa da zihniyetleri (sağ-sol fark etmez) köylücedir. Ataerkil aile yaşantısı, erkek egemen toplum yaşantısı, atalardan inanç alma ve daha nice gelenek hepimizin iliklerine değin işlemiştir. Önceleri köylere hakim olan bu kültür, yine bu kültürün insanlarının oylarıyla seçilen hükümetlerin saçma sapan politikalarıyla şehirleri, tarihi ve doğayı istila etmiş, köy kültürünü şehirlerin göbeğine mahalle kültürü olarak taşımıştır. Ve böyle bir toplumda eğitim gören, bilinçlenen insanlar üremelerini azaltırken yığınlar kontrolsüzce üremeye ve her köşe bucağı sömürmeye aralıksız devam etmektedir. Böyle bir toplumdan ve bu topluma egemen olan zihniyetten ilerici bir partiyi iktidara taşıması ve toplumsal değişimi gerçekleştirmesi ümid edebilir mi? Eğer edilebiliyorsa seksen yıllık Türkiye trajikomedisinin izahı nedir, onu da anlatsınlar da biraz daha gülüp biraz daha üzülelim. Tüm bu demokrasi karşıtı (antidemokratik) eleştiriler karşısında demokratlar, asıl sorunun anayasa olduğunu, eğer anayasa ilerlemeci, özgürlükçü ve değişimi zor olursa demokratik sistemde kendiliğinden özgürlükçü ve ilerlemeci bir sisteme dönüşeceğini iddia ederek demokrasiyi savunmaktadırlar. Çünkü kinsizdirler. Kin tutmuyorlar, tutmadıkları için unutuyorlar. Kin tutanlar, unutmazlar. 2012-15 yılları arasında yaklaşık %60'ın desteklediği AK Parti-PKK ittifakı, anayasanın değiştirilmesi teklif dahi edilemez olan ilk üç maddesini tartışmaya açmış, çıkar çatışması yaşanmasa olası bir halk oylamasıyla devlet yeniden kurulacaktı. 2003-18 yılları yaşayarak göstermiştir ki, anayasa yalnızca bir kağıt parçasıdır. Anayasa ne kadar özgürlükçü, ilerici ve katı olursa olsun eğer korunmadıkça yığınlar tarafından delik değişik edilir. Bunun için en kök sorun anayasa değil doğrudan doğruya sistemin kendisidir. İşte, demokrasi tüm çıplaklığıyla ve çıkmazlarıyla gözlerimizin önünde durmaktadır.

Pekiyi bu çıkmaz kime yaramaktadır? Türk Millliyetçiliğine mi, Türk Milletine mi, toplum tarafından sömürülen kadına mı? Tarih, acıklı bir sesle haykırıyor ki, kimseye (Bakınız: 1946-2016 Türk Demokrasi Tarihi)! O halde bu oyalamaca niçin? Niçin, hak hak ve özgürlüklerimiz ve ulus olarak kalkınıp uygarlıkla bütünleşmemiz, muhafazakar yığınların bize bahşedeceği bir armağan olsun? Bir yıl içerisinde yapılacak kanun değişiklikleriyle çoktan kazanılmış olması gereken gasp edilmiş hak ve özgürlüklerimiz, ulus olarak kalkınmamızı sağlayacak milyarlarca dolarlık vergimiz niçin, ne zaman göçeceğini bilmediğimiz bir yaşam içerisinde zamana yayılsın? 

"Uyanık bulun ey Türk genci!
İrtica sevmez bu hür rehberi
Susturun mantıkla, kin güdenleri
Borcumuz savaşmak, edeben niçin?"

Mehmet Ziya Gökalp
(Kutlu ruhu birkez saha şad olsun)

Pekala, tüm bu çıkmazlar ve yıkımlar karşısında ne yapmalıdır (Nasıl yapmalıdır sorusu başlı başına bir yazı konusu olduğu için ileriki yazılarda ele alınacaktır)? Önceki yazımlarımda birkaç kere ifade ettiğim gibi Türk Milliyetçiliği tarihinde Ulu Gazi Mustafa Kemal Atatürkün uygulamaları her zaman kıyas yapılacak kaynaktır. Bunun için aranacak çözümler başta Atatürk dönemi olmak üzere bütün Türk tarihi olmalıdır. Aşağı yukarı üç yüzyıllık bir kopuşun ardından  Türk Ulusunu uygarlıkla bütünleşmeyi Atatürk nasıl sağlamıştı? Bu sorunun cevabı Atatürkün yaklaşımıydı. Atatürkü zamanının birçok devrimcisinden ayıran en önemli fark, bir öğretinin esiri olmamasıdır. Atatürk, zamanının çoğu devrimcisi gibi kendini İslamcılık, Marksçılık, Faşizm ve Kapitalizm gibi ideolojiler ile sınırlamamaktadır. Atatürk, bir parçası olduğu Türk Ulusunu uygarlığın en ileri ulusu kılmak istemektedir. Bunun için akıl ve gerçeklik neyi gerektiriyorsa Atatürk onu yapmaktadır. Atatürk, yapmış olduğu yurtdışı görevlerinde Türk Ulusunun uygar dünyadan ne denli geri kaldığını görmüş ve bu arayı kısa bir zaman dilimi içerisinde kapamak için ulusal bir sıçramaya neden olacak devrimleri gerçekleştirmiştir. Atatürk devrimciliği; demokratik sistemde olduğu gibi oy kaygısı güden, sığ, halkın istediği ve zamana yayılan uygulamalar yerine Türk Ulusunun geri kalmasına neden olan olguları bulan, çervesindeki bilim insanlarıyla bu toplumsal sorunlara kökten çözümler bulan, bu çözümleri oy, gelecek seçim kaygısı, parti içi muhalefet, genel başkanlık gider kaygısı gütmeden, toplumun olgunlaşmasını değil devrimlerin olgunlaşmasını bekleyen ve devrimleri, bir hamleyle toplumun ruhuna üfleyen ve bu üfleyiş esnasında direnç gösteren tüm direnişleri devletin tüm gücüyle tuzla buz eden en akılcı, en gerçekçi ve en ilerlemeci yöntemdir. Bu yaklaşımı Ulu Gazi, Temmuz 1918 yılında Karlsbad'da kaldığı otelde not defterine şu kelimelerle açıklamaktadır.

"Benim elime büyük yetki ve güç geçerse ben sosyal hayatımızda istenilen devrimi bir anda bir hamle ile yapacağımı zannederim. Zira ben, bazıları gibi halkı ve ulemayı yavaş yavaş benim görüşlerimin derecesinde görmeye ve düşündürmeye alıştırmak suretiyle bu işin yapılabileceğini kabul etmiyorum ve böyle harekete karşı ruhum isyan ediyor. Ben, bu kadar yıllık yüksek öğrenim gördükten, sosyal ve uygar yaşamı inceledikten sonra neden halk seviyesine ineyim? Onları kendi seviyeme çıkarırım. Ben onlar gibi değil, onlar benim gibi olsunlar; şu da var ki bu konuda incelemeye değer bazı noktalar var; bunları iyice kararlaştırmadan işe başlarsak hata olur."

Bugünün ulusal sorunlarına yönelik üretilecek çözümler de Atatürk Devrimciliği dahilinde olmalıdır. Türk Ulusunun bugünü için gerekli görülen devrimler veya en basitinden akılkarı bir eğitim sistemi için yığınlara yalvarılmamalıdır. Muhafazakar milliyetçilik hezeyanının başına seküler koymakla milliyetçilik ilerlemeci ve devrimci bir vasıf kazanmıyor. Zaten Türk Milliyetçiliği, Türk Milliyetçiliğidir. Muhafazakarı, radikali, marjinali, seküleri, ılımlısı, ılığı, dalkavuğu, demokratı olmaz, Türk Milliyetçisi olunur. Fırkalaşmak Türk Milliyetçilerinin değil komünistlerin bir gerzekliğidir. Tabii Atatürk devrimciliği, günümüzde 1923-38 yılları arasında uygulandığı gibi uygulanamaz. Çünkü insanlık ne ruhen ve madden o günkü durumdadır ne de Türk Ulusu o durumdadır. Hepsinden öte bugün Türk Ulusunun, ulusal bir kahramanı, bir Ulu Gazisi bulunmamaktadır. Bunun için Atatürk devrimciliği, günümüz dünyasında ancak "Öncü Devlet" eliyle uygulanabilir.

Öncü Devlet; kadın özgürlüğünü, birey özerkliğini, açık toplumu, serbest piyasayı ve ulusu esas alan, özgürlükçü bir anayasaya sahip, yargının erk olarak bağımsızlaştırıldığı, yürütme erkinin halk eliyle seçildiği, ilçe ve il egemenliklerinin genişletildiği, üniversitelerin bir baskı gücüne dönüştürüldüğü, Türk Silahlı Kuvvetlerinin tarihine yakışır bir şekilde konuşlandırıldığı, sivil toplum kuruluşlarının kök saldığı, basının yargı korumasında olduğu ve yasama erkinin Türk Ulusunun seçkinlerince üstlenildiği ve yasama erkinin kudretiyle yasaları yığınların elinden kurtaran, anayasayı koruyan, zaman içerisinde uygulamada anayasanın aksayan yönlerini berkiten, zamana göre yenileyen bir sistemdir. Öncü Devlet, milli birlik ve beraberliği alakadar eden konuları particilikten, ideolojik çekişmelerden, basının komplo yaygaralarından kurtaracak, bürokrasinin hantallaşmasını önleyecek, yasama eliyle yargının kontrol altına alınmasını engelleyecek, kuvvetler ayrılığını esas alacak ve bireyselleşmenin önündeki köklü engelleri devrimlerle yıkarak, Türk Ulusunu uygar toplumların en ilerisine taşıyacaktır. Günümüz dünyasında Atatürk devriminin en gerçekçi uygulanışı bu şekilde gerçekleşir ve hem anayasa hem kadın özgürlüğü hem de Türk Ulusunun tarihi devinimi, yığınların elinden alınarak yeniden ulusun bağrından yetişmiş, bilinçli, bilgili, tecrübeli ve ülkücü bir kurula verilerek koruma altına alınabilir.

Türk devlet kültüründe önemli bir yer teşkil eden kurultay/toy erkinin Türk Milliyetçileri arasında tartışılması ve bu kongreler sonucu yeniden sistemleştirilerek bir disiplin haline getirilmesi Türk Milliyetçiliğini, demokrasinin kaçınılmaz bir sonucu olan muhafazakarlaşmadan kurtararak yine, yeniden ilerlemeci ve devrimci bir vasfa kavuşturabilir.

Eğer Türk Milliyetçiliği yeniden ihtilalci bir yapıya bürünerek ulusuna önderlik etmez ve demokratik sistemde ısrar ederse, 1920'ler Almanyasını Nazizme, 1970'ler İranını İslam Cumhuriyetine, 1930'lar Türkiyesini 15 Temmuz 2016 Türkiyesine dönüştüren yığınlar, Türk Ulusunu öngörülemez yıkımların içine düşürebilir.

Son olarak, seçimle ve parti eliyle bu toplumda bir şeyleri değiştirebileceğini düşünenlere 4 ay önceki Cumhurbaşkanlığı Seçimlerini hatırlatıyor eğer ikna olmazlarsa 5 ay sonraki seçim gecesi bu yazıyı yeniden okumasını tavsiye ediyorum.


Tanrı, Türk Gençliğini Uyandırsın!