İnsanlığın ilerleyerek bugüne gelebilmesindeki en büyük amil, tesadüfi tecrübelerle edinilen bilginin gelecek kuşaklara aktarımı ve gelecek kuşakların bu bilgilere dayanarak başlamasıdır. Bilimin, insanlığın ortak ürünü olmasının nedeni de bu gerçekliktir. İnsanın toplumsallaşmasıyla birlikte toplumu derinden etkileyen olağanüstü olaylar da toplumun gelecek kuşaklarına öğüt vermek maksadıyla belirli bir disiplin içerisinde anlatılmış ve destan diye adlandırdığımız edebi tür meydana gelmiştir. Toplumlar gibi insanlar da çocuklarını yaşama hazırlamak için bilinçlerine yer edecek öğütleri, masal olarak anlatmaktadır.

Masal, insanlarca lüzumsuz görülsede bir çocuğun yaşama hazırlanmasına ve hayal gücünün gelişimine sayısız katkı sunmaktadır. Masalın önemi için İngiliz Edebiyatının mühim ve aykırı yazarlarından biri olan Gilbert Keith Chesterton şöyle demektedir: Masallar çocuklara ejderhaların var olduğunu anlatmaz, çocuklar zaten ejderhaların var olduğunu biliyorlardır. Masallar, çocuklara ejderhaların mağlup edilebileceğini anlatır. Yani yaşama adım atmak üzere olan çocuk, masallarla yaşamda ne kadar güçlü olursa olsun, tüm zorlukların bir şekilde alt edilebileceğini kavramış olur. Çocuklar için sayısız önem taşıyan masallar, yetişkinler için de alaycı ve protest bir yön barındırmaktadır. Danimarkalı yazar Hans Chirstian Anderson'un en bilindik masalı olan 'Kral Çıplak', konu için güzel bir örnek teşkil etmektedir. Kitaplara, makalelere, filmlere konu olan Kral Çıplak masalı, özetle şöyledir:

"Günlerden bir gün, ülkelerin birinde, gösterişe düşkün bir kral, kendini ziyarete gelecek olan komşu ülkenin kralına yapılacak karşılama merasiminde, o zamana kadar kimsenin giymediği, giyildiğinde herkesi büyüleyecek bir elbise giymeye heveslenmiş. Kral, bu hevesle ülkenin tüm terzilerini meydanlara davet etmiş ve başarabilen terziye yüksek mebla ödül vereceğini buyurmuş.

Zaman geçtikçe ülkenin tüm terzileri, ürünlerini krala sunmuşlar ancak kral, hiçbirini beğenmemiş. Mamafih, kurnaz bir terzi, krala elinde büyülü bir kumaş bulunduğunu ve bu kumaştan ona büyüleyici bir elbise dikeceğini söyleyerek özel görüşmek istemiş. Kral da özel görüşme talebini kabul ederek terzinin söylediği büyülü kumaşı görmek istemiş. Buna karşılık kurnaz terzi, boş ellerle ciddi ciddi yürüyerek kralın önüne varmış ve "İşte, kralım! Büyülü kumaş bu" demiş. Kral, kısa bir duraksamanın ardından ortada kumaş göremediğini belirtmiş. Kurnaz terzi hemen telaşla "Aman kralım, bu kumaş büyülüdür, bunu herkes göremez. Bu kumaşı yalnızca akıllılar görebilir" demiş. Bu cevap karşısında kral, hiçbir şey görmediği halde akılsız durumuna düşmemek için ikna olmuş. Kıyafeti dikmesi için müsaade vermiş. Kıyafetin dikilmesine kadar geçen zaman içerisinde başta saray eşrafı olmak üzere bütün ülke insanı, kıyafeti yalnızca akıllıların görebileceğini işitmiş.

Komşu ülke kralının ziyaret günü, kral büyülü kumaştan yapıldığı iddia edilen 'kıyafeti giymiş' ve merasim alanına yarı çıplak çıkmış. Kral, görevliler ve halk, kralın çıplak olduğunu görüyorlarmış ama akılsız durumuna düşmemek için ses çıkarmıyorlarmış. İşte o an, küçük bir çocuk, tüm entrikalardan habersiz olduğu için avazı çıktığı kadar "Kral, çıplak" diye bağırmış. Çocukla birlikte herkes, "Kral, çıplak" diye bağırarak gülüşmüşler."

Özetlemeye çalıştığım bu masal, bir noktada günümüz insanlığını resmetmektedir. Çünkü, bugün insanlığın maruz kaldığı bütün marazlar, temel olarak günümüz cemiyet yapısını düzenleyen demokrasiden doğmaktadır. Toplum işleyişini belirleyen yasalar, demokrasi araç edilerek toplumun temsilcileriyle meşruiyet kazanmaktadır. Yeryüzündeki her tabii toplumda, çoğunluğu muhafazakarlar meydana getirmektedir. Böylelikle yasama erki ve devletin yaptırım gücü, korumacı, cemaatçi, gelenekçi ve durağan olan muhafazakarların eline geçmektedir. Muhafazakarlığın devletleştiği bir toplumda bireysel hakların ihlalleri, toplumun geleceğinin karaltılması, farklılıkların ötekileştirilmesi, ulus ve devlet için tarifi imkansız zararlar, başını alıp gitmektedir. Muhafazakarlar dışında toplumu oluşturan kesimler de eleştirilerini, dönemsel hükümetlere, partilere ve politikacılara yönelterek, o parti ve politikacılara hükmetme yetkisi veren sistemi, yani demokrasiyi görmezden gelmektedir. Oysaki, politikacılar ve partiler, gelip geçici, zihniyetler ise kalıcıdır.

İnsanlığı defalarca durağanlığın, bunalımların ve totaliterizmin içine bırakan demokrasinin kuramsal olarak en büyük açığı, insanları eşit ve akılcı görmesidir. İskoç Aydınlanmasının en önemli simalarından biri olan düşünür David Hume'nin çok takdir ettiğim bir sözü vardır. "Düşünürler, insanı akılcı (rasyonel) bir canlı sanarak, hataya düşüyorlar. İnsan karmaşık ve duygusal bir canlıdır" diyor, David Hume. Demokrasi de Hume'nin dikkat çektiği bu yanılgı üzerine temellenmiş bir sistemdir. Demokrasi de gerekli düşünce eğitimi almamış, yaşadığı cemaatin bir mahsülü olan onsekiz yaşındaki bir gencin, bireylerin, toplumun, ulusun ve devletin kaderi hakkındaki etkisiyle, yaşı kemâle ermiş, aidiyetlerüstü düşünebilen bir bilim insanın etkisi, eşittir. Demokrasinin sağladığı bu eşitliğe mantıklı diyebilir miyiz? İnsanların tümünde akıl bulunsada, Hume'nin altını çizdiği gibi akılcı canlılar değildirler. Yetişkin, akıl sağlığı yerinde bir insanın, üç-beş yaşındaki bir çocuğa tecavüz etmesi akıldışıdır ve aklı olan insanın bunu yapmaması gerekmektedir. Ancak insanın bu akılsızlığı yaptığını tarih sayısız defa kaydetmiştir. Aynı şekilde insan, duygusal bir canlıdır. Bir insan, kendince bir şekilde mağdur oldu ise duyguları aklın önüne geçmekte ve olayları, duygusallık üzerinden değerlendirmektedir. Veya insanlar, duygu sömürüleri sayesinde bir demagogu (laf ebesini), ulusal kahraman haline getirebilmektedirler. İnsanın akıldışılığına (irrasyonelliğine) bir örneği de Eric Hoffer'in yazdığı Kesin İnançlılar kitabında bahsettiği, 1930'ların başındaki Alman gençlerinin politik tutumuyla vermek istiyorum. Hoffer, kitapta o dönemin gençlerinin Komünist Parti ile Nazi Partisi arasında gitgel yaşadığını ve kararlarını yazı tura atarak verdiklerini belirtmektedir. İşte, bireyin özerkliği, özgürlüğü, toplumun geleceği, ulusların tarihsel devinimi ve uluslararası barış, demokrasi yüzünden böyle tercihlere mahkumdur.

Yirminci yüzyıl aydınlarının en büyük yanılgısı, demokrasiyle özgürlükçülüğü (liberalizm) bir görmesidir. Oysa, demokrasinin kuramsal ve eylemsel olarak özgürlükçü ve ilerlemeci bir vasfı yoktur. Demokrasi, toplumun, toplumu ortadan kaldırmadan kendi kendini yönetmesidir. Bunun içindir ki, bugün Küba ve İran, demokratiktir. Halk, her ülkede olduğu gibi belirli çizgiler içerisinde kendi kendini yönetmektedir. Demokratik olan bu ülkeler, aynı ölçüde özgürlükçü değildir. Çağımızın aydınları bu durumu 'illiberal demokrasi' olarak tanımlamaktadır. Demokrasi, özü itibariyle de illiberaldir. Çünkü, toplumların çoğunluğu muhafazakardır (sağ-sol fark etmez). Muhafazakarlar, bireysel aydınlanmasını yaşayamamış, gelenekçi öğretiyle yoğrulmuş yığınlardır. Böyle bir kitlenin özgürlükçü ve ilerlemeci olmasını beklemek eşyanın tabiatına aykırıdır. Demokrasi, anarşizm, sosyalizm ve komünizm, gönüllü katılımın olduğu küçük topluluklar için uygulanabilirliği belkilik taşıyan sistemlerdir. Kitle toplumları içinse yıkımdır.

Demokrasinin bir toplumu mahvetmesine yaşanan örnek olarak Türkiye'yi verebiliriz.1923-46 yılları arasında bütün insanlık, hunharca birbirini boğazlarken, ümit vaat eden bir ülke olan Türkiye, demokrasiye geçiş ile birlikte 1957-60, 1977-80, 1993-01 yılları arasında defalarca uçurumun eşiğine gelmiştir. Son olarak bir ay önce gerçekleştirilen, herkesin büyük umutlarla koştuğu, benimse umursamadığım seçimler, tam bir fiyasko ile sonuçlanmıştır. Türkiye, ulus-devlet yapısını yitirerek, gayriresmi şahıs-devlete dönüşmüştür. 2014-18 yılları arasında aydınlar tarafından defalarca vurgulanan hukukun katledilmesi, otoriterleşme, yolsuzluk, organize suç şebekesi, özgürlüklerin askıya alınması, ulusal ihanetler vs. söylemler, milli irade tarafından bozgunculuk olarak nitelendirilmiştir. Türkiye üzerinden verdiğimiz her demokrasi eleştirisine, Türkiye'de şahıs diktatörlüğü olduğu ve seçimlerin özgür, adil yapılmadığı cevabıyla karşılık verilmektedir. Evet, gerçekleştirilen son seçimler özgür ve adil değildi. Pekiyi, 2002 seçimleride mi özgür ve adil değildi? O dönemde de mi şahıs diktatörlüğü vardı? Veya sivil-asker bütün aydınların, kabülünün öngörülemez yıkımlar doğuracağını bağıra bağıra anlattıkları, özgür propagandanın yapıldığı, 2010 Anayasa Değişikliği Halk Oylaması da mı, demokratik değildi? Halk, hür iradeleri ile sandığa giderek yüzde altmışa yakın bir evet ile değişikliği yasallaştırmadı mı? Son olarak, 2010-18 yılları arasında yaşadığımız toplumsal trajedi ve travmalara rağmen dönemin siyasal iktidar partisi, geçen ay beş yıl daha yasama ve yürütme erkini kutlamalarla elde etmedi mi? Seçim sonrası bir ay boyunca, her konu hakkında her şeyi biliyormuşcasına açıklamalarda bulunan siyasal uzmanlar, bazı siyasi parti ve isimlerin izledikleri politikaların yanlışlığını anlatıp durmaktadırlar. O siyasi partiler ve politikacılar, siyasal iktidarın yaptıklarını bire bir yapsalar yine başarı sağlayamazlar. Toplumun, karakteristik yapısı buna müsaade etmemektedir. Bir örneği de çokca güldüğüm başka bir seçimden vermek istiyorum. 2004 yılında Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti, Birleşmiş Milletlerin 'Birleşik Kıbrıs' için önerdiği Annan Planı'nı oylamaya gitti. KKTC'nin kurucu cumhurbaşkanı ve milli kahramanı olan Rauf Denktaş Beyefendi başta olmak üzere bütün milli aydınlar, bu planın, hem KKTC'ye, hem Türklüğe hem de atalara, şehitlere ihanet olduğunu vurgulamasına rağmen, KKTC halkının yüzde yetmişi bu planı kabul etti. İşte demokrasi budur. Demokrasi artık, ulusun ve devletin varlığına zarar veren hatta onu ortadan kaldıran bir hal almıştır.

Dün, 1920'ler Almanyasını, 1930'lar İspanyasını, 1950'ler Fransasını, 1960'lar Yunanistanını, 1970'ler Afganistanını yok eden, bugün Donald Trump'ı ABD Başkanı, Victor Orban'ı Macaristan Başbakanı, Nicolas Maduro'yu Venezüella Başkanı yapan, diğer batı ülkelerinde popülist politikacıları ve partileri katlayarak meclise sokan, hep demokrasidir. Ayrıca demokrasi, birçok ülkenin toprak bütünlüğünü de tehdit etmektedir. İspanya bu konuya güzel bir örnektir. Bu örnekler karşısında demokrasi taraftarları, örneklerdeki toplumlarda demokrasinin olgunlaşmadığını, bu nedenle getirilen eleştirilerin sağlıksız olduğunu iddia etmektedir. Bu savunma bana, bilim düşünürü Karl Popper'in, Marksçılığa yönelttiği eleştiriyi hatırlatmaktadır. Marksçılık bir toplumda uygulansa ve başarısız olsa, Marksçılar hemen denenen sistemin gerçek Marksçılık olmadığını söyleyeceklerdir. Buna karşın Popper, Marksçılığın yanışlanamadığını, bu nedenle akılcı olamayacağını belirttir. Demokrasi de böyledir. Her demokratik deneme, kitlelerin akıldışı yönelimleriyle toplumsal travmalara ve nihai olarak demokratörizme neden olur ancak demokratlar, bunun gerçek demokrasi olmadığı yanılgısına sığınır. Pekiyi, demokrasiyi kuram ve eylem olarak yanlışlayamıyorsak, neye dayanarak yanlışlayabiliriz? Demokrasinin anayurdu ve en olgun uygulaması olan İngiltere dahi bugün 'Brexit' üzerinden iki kutup haline gelerek, bir buhran içerisindedir.

Görüldüğü gibi günümüzün kralı, halktır. Halkın ekseriyeti, bireysel aydınlanmasını yaşamamış, mevcut toplumun geleneksel öğretileriyle yoğrulmuş, mevcut toplumun temsilcilerinin eğitim politikalarıyla yarım yamalak eğitilmiştir. Yani bilinç ve bilgi yönünden çıplaktır. Ancak demokrasinin yarattığı tabu, o denli kuvvetlidir ki, halk çıplak diye bağıracak olanı cehaletle, akılsızlıkla ve gericilikle suçlamaktadır. Kral Çıplak masalında olduğu gibi az çok okumuş ve bilinç kazanmış herkes, halkın çıplak olduğunu görmekte ama akılsız diye yaftalanmamak için susmaktadır. Sustukları için kral yani halk, çırıl çıplak dolaşmakta ve her geçen gün, bireylerin haklarını üstünden bir bir çıkararak, herkesi savunmasız ve çıplak bırakmaktadır. Biz de entrikalardan uzak, başkalarının suçlamalarına kulak kabartmadığımız için her zaman dediğimiz gibi bugünde öve öve bitiremedikleri, yüzyılların kalıntısı olan 'Milli İrade'ye çıplak diyoruz.

Yukarıda derlemeye çalıştığım eleştirilerden şu sonuç çıkmaktadır: Vaktiyle demokrasi, nispeten özgürlükçülüğün ve ilerlemeciliğin öncüsüyken günümüzde muhafazakarlığın ve durağanlığın kalesi haline gelmiştir. Bu, her kitle demokrasisinin kaçınılmaz sonudur. Demokrasiye dayanarak muhafazakarlar, başta kadın hakları olmak üzere bireylerin hürriyetlerini törpülemekte, özel yaşam sınırlarını yıkmakta, ulusun geleceğini budamaktadır. "Milli İrade" bugün bir laf kalabalığından ibarettir. Her kesimin yücelte yücelte bitiremediği milli irade, görüldüğü gibi çıplaktır!

Fukuyama'ya selamlar...