Bu yazı 8 Kasım 2012'de yayımlandı.

KRİZ

Ben 2001 krizinin patlak verdiği nokta olarak hep zamanın Başbakanı Ecevit'in zamanın Cumhur Başkanı A. N. Sezer ile tartıştığından dolayı 19 Şubat 2001'de MGK toplantısını erken terk etmesini görürüm. 2001 senesinde Almanya'da bir bankada döviz ve para tüccarı olarak çalışıyordum. Bu olaylardan önce de zaten piyasa çok gergindi. Türk Bankaları yurtdışından bankalar piyasasından aldıkları paralar için yüksek faiz ödüyorlardı.

Yani uzun lafın kısası ortam iyice kızışmış, havada kriz kokusu vardı. Ama Anayasa fırlatılma olayının duyulması, yani Ecevit'in açıklaması ile, yurtdışı piyasaları 'Türkiye'de siyasi istikrar bozuldu' olarak algılayıp Türk Bankalarına musluğu kapatınca gerisi çorap söküğü gibi geldi.

Sonrasını yaşayanlar bilir. Merkez Bankası PEG edilmiş kursistemini yani Kur Çıpasını muhafaza etmeye çalışmasına rağmen başaraması ve kısa süre sonra mecburiyetten dalgalı kur rejimine geçilmesi ve bunun doğal olarak yolaçtığı devalüasyon.... Tabi bunlar olayın ana hatları, işin bir sürü teferruatı da var. Hangi yabancı bankaların tamamen spekülatif amaç ile milyarlarca döviz alıp TCMB'sını zorladıkları bilinmesine rağmen bu bankalara hiç bir zaman bırakın cezayı hala tavır alınmamış olması.... dedim ya, yaşayanlar bilirler.

2001 Krizini ekonomik açıdan bir çok yönü ile ele almak mümkün, ama aslında değinmek istediğim nokta farklı. Bence 2001 Krizi Türkiye BOP projesinin faaliyete geçirildiği ve geçirilmesi için şuurlu üretilmiş başlangıç noktasıdır. 2001 Krizi sonrası hatırlarsanız Türkiye İMF'ye başvurma mecburiyetinde kalmıştı, ve İMF'de gerekli olan maddi yardım karşılığında mali denetimi elinde tutmak için bazı şartlar koşmuştu. Kemal Derviş'in gelmesini bu şartlardan biri olarak adlandırmak ne kadar doğru bilemiyorum ama İMF'nin onayladığı ve 'bağımsız' birinin dışardan gelmesi muhakkak Türkiye üzerine uygulanan baskının sonucu idi. Eeee, parayı veren düdüğü çalar. Gerçi Başbakan'ımız Ecevit'te eskiden beraber çalışmalarını gerekçe göstererek pek bir hevesli idi Kemal Derviş ile çalışmaya. İşte o zaman Dünya Bankası Genel Başkan Yardımcısı olan Kemal Derviş TCMB Başkanı olmak üzere Türkiye'ye gelirken, neredeyse uçaktan iner inmez bakan oldu.

Burada bir noktaya dikkat çekmek istiyorum: 2001'de yaşanan kriz tamamen finans sektöründe oluşmuş bir krizdir. Reel sektörden, yani geçek mallar üreten ve tükenten pazardan kaynaklanan bir dengesizlikten veya inşaat sektöründe oluşmuş bir balondan kaynaklanan bir kriz değildir! Bu husus şu açıdan çok önemlidir; finans sektörü dışardan müdehaleye en müsait ve böyle bir müdehalede en etkin olan sektördür. Finans sektörü yani bankalar ekonominin kan dolaşım sistemidir. Burada olan bir rahatsızlık anında bütün bünyeyi etkiler!

Yeri gelmişken benim için ilginç olan bir konuya değinmeden geçemeyeceğim:

2001'de dış borç stoku (kamu+özel) hatırladığım kadarı ile 110 milyar USD civarındaydı (1) ve krizden dolayı doğrudan riskte olan borcu 30 milyar USD diye hatırlıyorum. O tarihlerde Türkiye'nin nufusunun 65 milyonu geçtiğini tahmin ediyorum. Devletin bir sürü 'özelleştirilmemiş', yani dış sermayeye satılmamış kurumları vardı. Bunun yanı sıra gelişmekte olan bir piyasa olmakla beraber siyasi ve ekonomik istkrarsızlığa rağmen bir çok sanayiye (otomotif yansanayi, elektronik, iletişim, gıda, tarım, turizm, tekstil, inşaat, vs.) ciddi yatırımlar yapmış bir özel sektör mevcut bulunmaktaydı.

Son iki senedir Yunanistan'da patlak veren krize bir baktığımızda ortaya çıkan tablo şu: Kimse Yunanistan'ın toplam burcu ne kadar bilmiyor, tahminler 350 milyar AVRO ( 1€=1,3 USD ortalama varsayımı) yani yaklaşık 455 milyar USD!!! TEKRARLIYORUM 455 MİLYAR USD!!! Bu borcun 107 Milyar Avro'su mart ayında SİLİNDİ!!!! Yani geri ödenmeyecek! Geri kalan borçlarında tamamı ile ödenemeyeceği kesin olarak görünüyor, ne kadarı ödenecek belli değil! Buna karşılık Yunanistan'ın nüfüsu 11,6 milyon ve tek kaale alınabilecek sektörleri turizm, tarım ve gemicilik. Bu arada dünya çapında ki 2008 krizinden dolayı gemicilik sektörü zaten bütün dünyada sefil bir durumda!

Kimse Yunanistan'a Merkez Bankası Başkanı veya hükümetşne bakan tain etmedi!

İKTİDARIN BÜYÜK ORTAĞININ DAĞILMASI

Neyse Kemal bey geldi, ve Türk ekonomisini düzeltmek için gereken makro ekonomik yöntemler İMF ile konuşuldu, planlandı ve yavaş yavaş uygulanmaya başlandı. Lakin bunların yanı sıra siyasi alanda da bazı gelişimler yaşandı. Hatılarsınız, Ecevit'in yaşlılığından dolayı zihinsel kapasitesi tartışıldı, üstlendiği görevlerin hakkını veremediği ve partide Rahşan Ecevit'in faaliyetlerinin bazı kesimler tarafından hoşkarşılanmaması konuşuldu. Başbakan Ecevit'in eskiden beraber çalışmaktan mutluluk duyduğu Derviş bu sefer onu pekte mutlu etmedi. İMF'den de aldığı güç ile son derece tavizsiz bir politika izleyerek Başbakan'ı bayağı bunalttı. Ve en önemlisi de, ne kadar fikrin nereden çıktığı, kimden kaynaklandığı bilinmesede Hüsamettin Özkan ve İsmail Cem DSP'den ayrılarak yani bir oluşum kurma çabasında girdiler ve bu oluşumda Kemal Derviş'in de olacağı defalarca telafuz edildi ve Kemal Derviş bunu asla yalanlamadı. Ve olan oldu!... İktidarın büyük ortağına ölümcül bir darbe vurma pahasına Hüsamettin Özkan ve İsmail Cem yeni parti kurmak amacı ile DSP'den ayrıldılar.....

''Devlet Bakanı ve Başbakan Yardımcısı Hüsamettin Özkan, Başbakan Bülent Ecevit'in "Size ihtiyacım yok" demesi üzerine Başbakan Yardımcılığı görevinden ve Demokratik Sol Parti'den (DSP) 8 Temmuz 2002'de istifa etti. Özkan'ın istifa etmesiyle DSP'de çözülme başladı ve istifalar birbirini izledi. Aynı gün 15 milletvekili birden istifa etti. Sonraki günlerde bu sayı 64'ü buldu.

Ankara Milletvekili Oğuz Aygün'ün 12 Temmuz'da istifasıyla DSP'nin milletvekili sayısı 84 oldu. Bu istifayla DSP, ana muhalefet partisi DYP'nin gerisine, 3. parti konumuna düştü. 15 Temmuz'daki istifalarla DSP, ANAP'tan sonra 4. parti oldu. ANAP'ın 79 milletvekili bulunuyor.

İstanbul Milletvekili Erol Al'ın 16 Temmuz'da istifasıyla, koalisyon hükümetini oluşturan partilerin (MHP-ANAP-DSP) sandalye sayısı üye tamsayısının salt çoğunluğu olan 276'nın altına düştü.

İstifalardan önce, DSP, 128 milletvekili ile TBMM'de ilk sırada yer alıyordu. İstifalardan sonra DSP MV sayısı 64 idi.

DSP'den istifa eden İsmail Cem, 12 Temmuz'da düzenlediği basın toplantısında, Kemal Derviş ve Hüsamettin Özkan ile beraber sosyal demokrat bir parti kuracaklarını açıkladı.

DSP'den istifa eden 64 milletvekili'nden 63'ü, 22 Temmuz 2002'de İsmail Cem liderliğinde "Yeni Türkiye Partisi"ni kurdu. İstifa edenler arasında yer alan Mustafa Yılmaz, yeni partiye katılmadı. Yılmaz sonraki günlerde CHP'ye geçti.

Lakin bu sefer Kemal Derviş kendini farklı bir yapıda göremediğini, zaten farklı bir yapıda yer alsa bunun sadece CHP olacağını ve böylece İsmail Cem ve Hüsamettin Özkan'ın kurmak istedikleri yeni oluşumda olmayacağını açıkladı. YTP gerçek manada oluşmadan yok oldu demek bence abartı değil.

Kısa bir özette bulunalım:

1) Türk ekonomisi özellikle finansal açıdan kriz patlak verene kadar kızıştırıldı.

2) Patlak verek krizle beraber 'dışardan' yardıma muhtaç kalındı ve Kemal Derviş geldi.

3) Derviş'in de içinde bulunacağı YTP'yi kurmak amacı ile büyük iktidar ortağı parti bölündü ama Derviş son anda caydı YTP'nin kurulması ile bitmesi bir oldu!

Yukarda yazdıklarım krizin ortaya çıkması ve bunun akabinde iktidarın büyük ortağının bundan etkilenmesi idi. Peki Türkiye de bu aşamada başka neler oldu?

AKP'NİN KURULMASI (KASIMPAŞALI TAYYİP'TEN SAYIN ERDOĞAN'A)

Bu soruya sağlıklı cevap verebilmemiz için bir kaç sene evveline gitmemiz gerek:

R.T. Erdoğan'ın 12 Eylül sürecini burnu bile kanamadan atlattığını Mart 94'te İstanbul BŞBB oluşunu, Ziya Gökalp'e ait dediği, sonradan Cevat Örnek'in olduğu anlaşılan şiiri okuduğundan dolayı 21 Nisan 1998'de hapse mahkum edilerek birilerinin nasıl muhafazakar sağ kesimde "mahşeri vicdan"ın oluşmasını sağlayarak ''mazlum kahraman'' yarattığını, yani nasıl Kasımpaşa'lı Tayyip'ten ''sayın Erdoğan'' olduğunu biliyoruz.

Ama bazı tarihleri hatırlatmakta yine de fayda var.

''Erdoğan'ın yargılanma süreci devam ederken, 16 Ocak 1998'de Refah Partisi de "laiklik karşıtı eylemlerin odağı" olduğu gerekçesiyle kapatıldı.

İşte o gün Ankara Büyükşehir Belediyesi'nin, ASKİ Sosyal Tesisleri, tarihi bir toplantıya tanık oldu.

Başta Recep Tayyip Erdoğan olmak üzere, bugün çoğu AKP çatısı altında bulunan milletvekilleri, o gece partinin başına gelecek ismin "Recep Tayyip Erdoğan" olması gerektiğini dile getirdi. Hedef, 18 Nisan 1999 seçimlerinde oy oranı yüzde 21'den yüzde 16'ya gerileyen Refah Partisi'ni yeniden diriltmekti. Bunun için yalnız emanetçi bir başkan (R. Kutan) yerine gerçek bir lider değil, yepyeni politikalar da gerekiyordu. "Parti içi demokrasi" ve "Müslüman demokrat bir kitle partisi"ni hayata geçirecek taze kana ihtiyaç vardı. Ancak bu atılım da Erbakan engeline takıldı. *

Erdoğan ceza evindeyken, yeni parti kurma hazırlıkları da başladı. Parti kurma çalışmaları Erdoğan cezaevinden çıktıktan sonra daha da hız kazandı. Erdoğan yılların 'Milli Görüş'üne artık "yenilikçiler" damgasını vurmaya başladı. Erdoğan önderliğindeki yenilikçiler, artık "değiştik" mesajları verirken bir yandan da Fazilet Partisi, Refah Partisi'nin devamı olduğu gerekçesiyle Anayasa Mahkemesi tarafından, 15 Aralık 2000 tarihinde kapatıldı. Bu arada Erdoğan ile benzer bir hüküm giyen Hasan Celal Güzel'in siyasi yasağı kaldırılmış, bu gelişme Erdoğan'ın siyasette önünün açılacağı yorumlarına neden olmuştu. Erdoğan cephesinden bakıldığında, Erdoğan'ın siyaset yapmasının önünde bir engel kalmamıştı. ''

Yeni oluşum, uzun süren çalışmasına 14 Ağustos 2001'de nokta koydu.''

AKP 14 AĞUSTOS 2001'DE KURULUŞ DİLEKÇESİNİ İÇİŞLERİ BAKANLIĞI'NA RESMEN VEREREK KURULDU

Ufak bir parantez açarak EL QAİDA tarafından üstlenen 11 Eylül 2001'de NY'ta ki ikiz kulelere ve pentagaon'a yapılan saldırıları ve bu saldırıların dünyada nelere sebep olduğunu hatırlatalım.

Kısa özetimize ufak iki nokta daha ekliyoruz:

4) Eski Refah ve Fazilet partili ,Yenilikçiler' RTE başkanlığında 14 Ağustos 2001'de AKP'yi kurdular.

5) (ABD'de 11 Eylül saldırıları gerçekleşti.)

ERKEN SEÇİM VE MERKEZ SAĞ'IN LAV EDİLMESİ

AKP'nin resmi kuruluşundan neredeyse günü gününe 11 ay sonra 15 Temmuz 2002'de Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) Genel Başkanı ve Başbakan Yardımcısı Devlet Bahçeli düzenlediği basın toplantısında, son siyasi gelişmelerle ilgili değerlendirmelerde bulundu, 3 Kasım'da erken seçimin 'dönüşü olmayan bir süreç' olduğunu söyledi.

Bu aşamaya gelindiğinde MHP seçmeninin hayal kırıklığı zaten doruk noktadaydı. Refah, Fazilet Partisinin geleceğine dair belirsizlik ve yıllarca tavırısız, kaypak ANAP ve DYP ağırlıklı politikadan, Mesut Yılmaz ve Tansu Çillerin didişmelerinden ve ne ekonomik açıda ne de güvenlik açısından ülkeyi refaha kavuşturmamalarından bıkmış olan merkez sağ seçmeni gerek şehit cenazelerinde gösterilen duyarlılık, gerekse beklenilen dürüstlük ve ÜLKÜCÜLERİN BAŞBUĞULARI ALPARSLAN TÜRKEŞE cenazesinde gösterdikleri emsalsiz vefadan etkilenerek 1999 seçimlerinde MHP'ye bir şans tanımaya karar vermişti. 1999 seçimlerinde MHP'nin 2. parti olarak sandıktan çıkması asla ve asla sadece Genel Başkan Devlet Bahçeli'nin başarısı olarak değerlendirilimez. Lakin Dr. Bahçeli'nin o tarihe kadar akademik özgeçmişi, efendi ve ciddi duruşu tabii ki olumsuz etken olmamıştır.

Seçimlerden sonra koalisyon görüşmelerinde Rahşan Ecevit'in hareketin şanlı mazisine kustuğu hakaretleri camiayı temsil eden Genel Başkan ve ekibinin camia adına yutması, 15 Şubat 1999'da Türkiye'ye getirilen bebek katili Öcalan denilen soysuz ermeni itinin idam edilmeyişi, 2000'de Rahşan Affı, Rahşan Affı'na ülkücü duruşu sergileyebilen tek MHP'li milletvekili Ali Güngör'ün Ecevit'i eleştirdi diye ihraç edilmesi, MHP'nin ta o zamandan başlayarak edilgen ve etkisiz siyasete mahkum edilmesi başta ÜLKÜCÜ camiayı ve MHP'yi 2. parti yapmış seçmen kitlesini hayal kırıklığına uğratan başlıca sebeplerdir.

Camianın ve seçmenin hali parti içinde bilinen bir olaydı. Erken seçime gidilirse partinin barajı aşamama ihtimalinin çok yüksek olduğu o tarihlerde de bilinen bir gerçekti. Buna rağmen Dr. Bahçeli DSP'nin kan kayıbından sora mecliste ki en büyük parti olmasına rağmen erken seçim yolunu seçti!

Buna gerekçe olarak bir DYP ANAP koalisyonun oluşması ile MHP'nin iktidar ortaklığını kaybetme ihtimalini gösterenler var. Ben buna inanmıyorum. Çünkü bu ihtimal erken seçimde MHP'nin korkunç bir hezimete uğrama ihtimalinden çok daha zayıf bir ihtimaldi. Ayrıca Genel Başkan olarak a) tamamen Meclis dışı b) Mecliste olma ama iktidarda olmama riskleri ile karşı karşıya olsanız siz hangisini tercih edersiniz? Ben meclisin en büyük partisi olarak yeni hükümeti kurmayı başaramıyorsam kesinlikle mecliste muhalefet olmayı tercih ederim.

Dr. Bahçeli yılların siyasetçisi ve akademik özgeçmişi ile bu değerlendirmeyi yapmadı, veya yapamadı. Neyi nasıl değerlendirildiğini bilemem ama verdiği karar AKP'nin gümbür gümbür meclise girmesine, hem de %34.28 oy alarak tek başına iktidar olmasına yaradı!

3 Kasım 2002'de AKP %34.28 oy alarak iktidar oldu.

MHP ise %8.36 ile barajın altında kaldı,…

aynı %5.13 alan ANAP, %1.22 alan DSP gibi. Halk kendini hayal kırıklığına uğratan hükümete en ağır tokatı vurmuştu. AKP'hariç barajı aşabilen tek parti %19.39 ile CHP oldu.

Muhalefette olmasına rağmen oy kaybeden DYP, kıl payı denebilecek %9.54 gibi bir oranla baraj altında kalarak 16 yıl aradan sonra TBMM dışında kaldı. Yeni kurulan YTP ise %1,15 lerde idi.5)

Dr. Bahçeli'nin erken seçim kararı AKP'nin en ufak bir engele takılmadan elini kolunu sallaya sallaya iktidar olmasına yaradı!

MHP baraj altında kaldıktan sonra Dr. Bahçeli kürsüye çıkarak sorumluluğu kendi üstlendiğini ve bunun için Genel Başkanlık'tan ayrılacağına dair bir konuşma yaptı. Bu konuşması binlerce ülkcüye onurlu bir Genel Başkan'a sahip olmanın mutluluğunu yaşattı.

Dr. Bahçeli'den sonra ANAP ve DYP Genel Başkanları da aynı açıklamayı yaptılar. DYP'de Çiller de bütün sorumluluğu üstlendiğini açıklayarak 7. büyük kongrede aday olmayacağını açıkladı. 6 genel başkan adayının katıldığı 14 Aralık 2002'de yapılan 7. büyük kongrenin birinci turunda oy kullanan 1109 delegenin 815'inin oyunu alan Mehmet Ağar DYP'nin 6. genel başkanı oldu. ANAP'ın 11 Ocak 2003'te yapılan kongre'sinde, aday olmayan Mesud Yılmaz'ın yerine Ali T. Özdemir seçildi.

Bu iki partide kendilerini bir daha asla toparlayamadılar.

Çiller ve Yılmaz ne kadar Dr. Bahçeli'den sonra davranıp aday olmayacaklarını açıklamış olsala bile, Dr. Bahçeli'nin gitmesine ''TABAN'' parti binasına otobüs dolu insanlar göndererek müsade etmezken Çiller ve Yılmaz en azından bu konuda onurlu davranarak sözlerini tuttular.

Tekrar kısa bir özette bulunalım:

6) 15.07.2002'de Dr. Bahçeli'nin erken seçim kararı ile 3 Kasım 2002'de yapılan seçimlerde AKP tek başına iktidar oldu.

7) Sağ'dan AKP hariç hiç bir parti yer alamazken Türk siyasi yelpazesinin sol kanadından sadece CHP %19.39 ile Meclis'e girebilen tek muhalefet partisi oldu.

8) 2002 seçimlerinde MHP ve başka bir sağ kanat partisi meclise giremedi. MHP hariç diğer sağ kanat partileri siyasi manada asla birdaha kendilerini toparlayamadılar

DEĞERLENDİRME

Şimdi yukarda ana hatları ile kronolojik olarak değindiğim olaylardan tablonun bütününe bakarak bazı sonuçlar çıkarmak mümkün olduğuna inanıyorum:

Bence Türkiye de 2001 krizinin çıkması tesadüf değil. Böyle bir şey ta 12 Eylül 1980 de planlanmışmıydı bilmiyorum. Planlanıp planlanmaması da çok önemli değil. 12 Eylül 1980'den sonra Özal devri ile ABD Türkiye'de istediği zaman kendi çıkarlarınca kullanabileceği çok işlevli bir zemin hazırlamıştı. Soğuk savaşın bitmesini Berlin'de Utanç Duvarının yıkıldığı 89 yılında 9 Kasım'ı 10'una bağlayan gece olarak tanımlarsak ABD'nin geleceğe yönelik planını en ince ayrıntıya kadar tasarlayacak zamana sahip olduğunu görmekteyiz. 2001 de plan faaliyete geçirilmeye başlandı. Sadece Türkiye'de değil, Türkiye'yi doğrudan etkileyecek coğrafyada da olup bitenleri biliyoruz.

Bu şekilde değerlendirildiğinde Kemal Derviş'in gelmesinden bir yıl bile geçmeden Türkiye'de kendine 12 Eylül sonrası 'Milli Sol' diyen, benim ise en iyimser yaklaşımımla 'anti emperyalist sol' olarak adlandırabileceğim bazı isimlerin siyasi varlıklarının resmen yok edildiğini görmekteyiz. Böylece kendini Türk siyasi yelpazesinin solunda gören kitlenin tek seçeneği olarak 1938'den sonra Atatürk'ün çizgisinden tamamen caymış CHP bırakıldı. Deniz Baykal zamanında niteliksiz ve Kılıçdaroğlu zamanında şerefsiz bir siyaset izleyen CHP!

Dr. Bahçeli'nin cennet mekan Başbuğ'umun vefaatinden sonra başa gelmesinin etkileri asıl 1999 seçimlerinden sonra hükümet kurma aşamasında belli oldu. Ecevit'in icraatlerine gereken desteği esirgemeyen ve kendi ifadesi ile 'Sayın Ecevit'ten çok şey öğrendim' diyen Dr. Bahçeli hala bu çizgisine sadık. MHP 2007'de tekrar %14.27 oy ile meclise girdikten sonra muhalefet olması gerekirken, tek başına iktidar olan AKP yönelik Dr. Bahçeli edilgen ve teslimiyetçi siyasetine devam etti ve hala da devam etmekte. Aynı DSP'ye karşı izlediği siyaset gibi. Sadece ismi ele alındığında da hareketli (aksyoner) bir milliyetçi çizgi takip etmesi beklenilen partimiz MHP, hükümüetin gayri milli siyasetini hareketsizce sineye çekmeye mecbur bırakıldı ve hala bırakılıyor.

Olaya toplumsal açıdan seçmen bazında baklıdığında görülen tablo kendini muhafazakar merkez sağda gören seçmene AKP hariç seçenek sunmayan gücün, kendilerini Türk siyasi yelpazesinin sol ve sağında bulan kitlelerin de tepkilerini kontrolü altına almayı unutmamış olmasından ibaret.

1938'den sonra Atatürk'ün fikirleri ile alakası kalmamış ve sadece işine gelince Atatürk'ün ismini her türlü gayri milliliği yapabilmek için maske olarak kullanan CHP'nin değerlendirmesini yapmayı hala o partinin içinde milli duygu ve şeref taşıyan insanlara bırakıyorum.

Söz konusu yuvamız MHP olunca bazı arkadaşlarımızın kendi deyimleri ile 'okyanus ötesi bir desenlenebilecek, F-Tipi' bir oluşumdan korkarak Dr. Bahçeli ile devam etmekte ısrar ettiklerini ve Dr. Bahçeli'nin siyasetini eleştirenleri ihanet ile suçladıklarını biliyoruz. Bunlar MHP'nin 'dış mihraklar tarafından yeniden yapılandırılmayan SON KALE' olduğu iddiası ile 'Devletin başına Devlet gelecek' sloganları atmaya devam ediyorlar. Bu arkadaşlarımızdan bizzat rica ediyorum. Yukarda paylaştığım kronolojiyi lutfen iyice okuyun, ön yargısız, bana kızmadan, beni hain ilan etmeden tekrar olayları değerlendirin. Ve sonra elinizi vicdanınıza koyarak söyleyin, gerçekten SON KALE'miyiz?

Sakın İLK KALE MHP olmuş olmasın?

Bence zaten çoktan devletin başına her şey gelmiş, Devlet'te gelmiş!

Biz hala kendimizi dimdik ayakta sloganlar haykırıyor olarak görebiliriz, ama dışardan bakılınca kendini kendi rüyasında gören ve uyurken mırıldayan birini andırıyoruz bence.

İnsanın bu rüyadan uyanması ve gerçekler ile yüzleşmesinin ne kadar zor ve acımasız olduğunu çok iyi bilenlerdenim. İçinde yaşadığı hayal dünyasının yıkıldığına tanık olmak… İnanın kimsenin hiç bir şeyini yıkmaya, yok etmeye niyetim yok. Ama söz konusu vatan, millet ve bayrak ise bırakın hayallerimizi gerekirse gerçeklerimizi bile yıkmak üzerimize düşen sorumluluk değil mi?

Bir çoğunuz satırlarımı uzun olduğundan dolayı asla okumayacak, okuyanların bir çoğu hemen okuduktan sonra, küçük bir azınlık ise bir kaç defa okuduktan sonra beni hain ilan edecek. Madem hayal dünyanızı korumak için başkalarını ihanet ile suçlamaktan bile korkmuyorsunuz, o zaman hiç değilse Romalı şair Cicero'nun hain tanımını göz önünde bulundurun:

''Bir ulus kendi içindeki aptal ve hatta muhteris olanlarla baş edebilir. Fakat içerisindeki satılmış ve hainlerle yaşayabilmesi olanaksızdır. Sınırları zorlayan düşman silah ve alemlerini (işaretlerini-bayraklarını) açıkta taşıdığı için daha az tehlikelidir. Fakat bir hain, hain gibi görünmez; kurbanları ile aynı aksanda konuşur, onların çehresine bürünür ve onların tartışmalarını kullanarak ulusun politik yapısına nüfuz eder, bütün kapılardan serbestçe geçer, sesi en üst düzey hükümet koridorlarında duyulur, ulusun ruhunu çürütür, politik yapıya her türlü hastalık bulaştırarak ulusun yaşam gücünü elinden alır. Bir katil daha az korkutucudur.''

Eğer hayal dünyanızı bu kadar çok seviyorsanız, rahatınıza bu kadar düşkünseniz, buyrun, bizi hain ilan etmeye devam edin, isteryeniniz hakkımızda iftira atmaya da devam etsin. Zaten bunu engelleyemeyiz. Tek bir şey umuyor, Tanrı'dan tek bir şey diliyorum, o da benim gibi düşünen herkese ve bana en ağır suçlamaları yöneltirken vicdanınızın derinliklerinde bir sesin zayıfta olsa şu soryu sormasını:

'Ya hain değillerse, ya sadece kırmızı hapı aldılarsa?'

Unutmayın, size vaadettiğimiz tek şey 'GERÇEK' fazlası değil!


Mehmet Alp Şirin
08 Kasım 2011