Bu madde ile Türkiye ve Irak, birbirlerine karşı hiçbir olumsuz propagandaya izin verilmeyeceğini belirtmiş oluyor. Ancak birçok açıdan çok önemli olan madde, uzun yıllar evvel hükmünü yitirmiştir. Hattâ diyebiliriz ki, 1991 yılındaki Çekiç Güç ve Irak'ın 36. paralelin kuzeyine çıkmasının yasaklanmasıyla, Irak'ı vuran uçakların Türkiye'den havalanması, Barzânî ve Talâbânî gibi Kürd liderlerin Irak aleyhine Türkiye tarafından desteklenmesi, hem maddenin hükümsüz kalmasını, hem de bu maddeyi ihlâl edenin Türkiye olduğunu göstermektedir.

Önümüzdeki pazartesi günü, Ortadoğu târihinin en önemli olaylarından biri yaşanacak. Irak Kürdistan Bölgesi Yönetimi lideri Mesûd Barzânî, bölgesinin bağımsızlığı için referandum yapacak. Gerçi, gerek komşu ülkeler, gerek dünyânın birçok ülkesinden bu konuda farklı tepkiler gelse de Barzânî, referandumu yapacak gibi gözükmektedir. Bununla berâber bizim konumuz, referandumun yapılıp yapılamayacağından ziyâde Türkiye ile Irak arasındaki antlaşma ve sözleşmeler üzerinden hukûkî durumu değerlendirmektir.

Türkiye ve Irak arasındaki sınır, 5 Haziran 1926 târihli ve resmî adı "Hudûd ve Münâsebât-ı Hasenet Hemcivâri Muahedenâmesi" olan Türkiye-Irak sınır antlaşmasına göre çizilmiştir. Bu antlaşmanın, Türkiye, Irak ve İngiltere olmak üzere üç taraf ülkesi bulunmaktadır ve Türkiye-Irak sınırı boyunca olabilecek birçok şeyi karâra ve hükme bağlamıştır.

Türkiye'nin Musul ve Kerkük üzerinde hak sâhibi olduğu iddiâsında bulunanlar, genel olarak antlaşmanın beşinci ve onuncu maddeleri üzerinden hareket etmektedirler. Bu yüzden bu maddeleri incelemekte fayda var.

"Madde 5. — Tarafeyn-i akîdeynden her biri birinci maddede tasrih edilen hatt-ı hudûdu kati ve taarruzdan mâsun olmak üzere kabâl ve bunu tâdile mâtuf her türlü teşebbüsten tevakki etmeyi taahhüd eyler."[1]

Günümüz Türkçesine çevirirsek, antlaşmanın taraflarının, birinci maddede belirtilen sınırlara yönelik her türlü saldırıdan korumak üzere, önceki hâline dönüştürmeye yönelik her türlü girişimden uzak duracaklarını taahhüd edeceği belirtiliyor.

Bu madde, hem Türkiye'nin, hem de Irak'ın sınırları değiştirmeye yönelik her türlü adımdan uzak duracağını belirtiyor. Dolayısıyla bu madde üzerinden Türkiye'nin Irak'ın kuzeyinde kurulacak bir Kürd devleti hakkında hareket hakkından söz etmek imkânsızdır.

Şimdi de dokuzuncu ve onuncu maddelere bakacak olursak,

"Madde 9. — Müsellah bir veyâ birkaç eşhâs civâr hudûd mıntıkasında bir cinâyet veyâ cürüm îka ettikten diğer hudûd mıntıkasına ilticâya muvaffak oldukları takdirde bu son hudûd mıntıkası memûrini işbu eşhâsı silâhlariyle ve yağma ettikleri eşya ile birlikte kanûna tevfikan tebaâsı bulundukları tarafın memûrine teslim etmek üzere tevkîf etmeye mecburdur.

Madde 10. — Muahedenin işbu faslının tatbîk edileceği hudûd mıntıkası Türkiye'yi Iraktan tefrîk eden bütün hudûd ile bu hudûdun bir ve diğer tarafında yetmiş beşer kilometre derinlikte bulunan mıntıkadır."[2]

Bu iki madde, dikkât edilirse, birbiriyle bağlantı olan maddelerdir. Türkiye'nin hakkı olduğuna dâir iddiâların temeli olarak görülen onuncu maddenin sebebi dokuzuncu maddede belirtilmektedir. Elbette onuncu madde, hem Türkiye'ye, hem de Irak'a birbirine müdâhale etme hakkı veriyor. Ancak bu müdâhale, ancak suçlulara yönelik bir tâkib harekâtından başka bir şey değil. Dikkât edilirse dokuzuncu maddede silâhlı kişi ya da kişilerin, suç işledikten sonra diğer ülkeye kaçmasını şart koşmakta ve bu şarta uygun olarak yapılacak müdâhaleyi de 75 kilometre ile sınırlı tutmaktadır. Dolayısıyla bu maddenin Mesûd Barzânî'nin yapacağı Kürdistan referandumu ile hiçbir ilgisi bulunmamaktadır. Türkiye, zâten sık sık PKK'ya karşı bu maddeye göre hareket etmiş ve adım atmıştır. Ancak Barzânî yönetiminin uluslararası hukûk açısından PKK ile benzer olduğunu söyleyemeyiz. Zîrâ biri, BM tarafından resmî olarak terör örgütü olarak kabûl edilirken, diğeri bütün dünyâ ve BM tarafından resmî bir varlık olarak kabûl edilmekte ve Türkiye, İrân gibi komşularıyla özel anlaşmalar yapabilmektedir. Dolayısıyla suçlularla ilgili bir maddenin Barzânî için uygulanması imkânsızdır. Kaldı ki, uygulansa bile Türkiye sınırı ile Erbil arasındaki mesâfe kuş uçuşu, 90 kilometre; Musul arasındaki mesâfe 100 km; Kerkük arasındaki mesâfe ise 250 kilometre civarındadır. Yâni yine 75 kilometrelik hattın dışında kalmaktadırlar.

Bununla birlikte on birinci madde ile antlaşmanın uygulanması için Irak tarafında Musul ve Erbil mutasarrıflarının görevli olduğu belirtilmiştir. Ancak sonraki yıllarda Irak'ın yapısı değişmiş ve Dohuk ilinin de ortaya çıkmasından dolayı Musul'un Türkiye ile sınırı kalmamıştır. Yâni böylece bu madde, hükümsüz kalmıştır.

Antlaşmanın on ikinci maddesi ise bizim için daha fazla önem arz etmektedir. Madde şu şekildedir:

"Madde 12. - Türkiye ve Irak memurları diğer taraf tebaâsından olup, bilfiil onun arâzisinde bulunan aşâiri rüesa, şeyh veyahut diğer azâsı ile resmî veyâ siyâsî mahîyeti hâiz her nevi muhabereden istinkâf edeceklerdir. Tarafeyn-i âkideyn hudûd mıntıkasına bir veyâ diğer devlet aleyhine müteveccih hiçbir gûna propaganda teşkilâtına ve içtimaa müsaâde etmeyeceklerdir."[3]

Bu madde ile Türkiye ve Irak, birbirlerine karşı hiçbir olumsuz propagandaya izin verilmeyeceğini belirtmiş oluyor. Ancak birçok açıdan çok önemli olan madde, uzun yıllar evvel hükmünü yitirmiştir. Hattâ diyebiliriz ki, 1991 yılındaki Çekiç Güç ve Irak'ın 36. paralelin kuzeyine çıkmasının yasaklanmasıyla, Irak'ı vuran uçakların Türkiye'den havalanması, Barzânî ve Talâbânî gibi Kürd liderlerin Irak aleyhine Türkiye tarafından desteklenmesi, hem maddenin hükümsüz kalmasını, hem de bu maddeyi ihlâl edenin Türkiye olduğunu göstermektedir.

Görüldüğü gibi 1926 târihli sınır antlaşmasının Türkiye'ye yönelik bir müdâhale hakkı vermediği görülmektedir. Bununla birlikte Kürdistan Devleti'nin kurulmasıyla, bu antlaşmanın hükmünü yitirdiği ve geçersiz olacağı da söylenebilir. Bu mantıklı olan bir görüştür. Elbette artık Türkiye ile Irak, sınır paylaşmıyorsa, sınır antlaşması da anlamını yitirir. Ancak bu da Türkiye'ye bir müdâhale hakkı tanımaz. Yâni uluslararası hukûka göre antlaşma ile belirlenmemiş bir bölgeye müdâhale hakkı söz konusu değildir. Kaldı ki, tam tersine bu sefer Kürdistan yönetimi ile antlaşma yapma gereği çıkar ki, bu da resmî olarak tanıma anlamına gelir.

Bununla berâber gözden kaçan bir unsur var ki, o da bu antlaşmanın üçüncü tarafının İngiltere olduğu gerçeğidir. Bu da her ne olursa olsun, İngiltere'yi de hesâba katmak gerektiğini gösteriyor. Kaldı ki, İngiliz raporları, bu antlaşma ve imzâlanması konusunda oldukça sert ifâdeler barındırmaktadır. Ali Satan'ın derlediği "İngiliz Yıllık Raporlarında Türkiye: 1925-1926" adlı eserde şu ifâdeler yer almaktadır:

"Türklerin İtalya korkusu, 5 Haziran'da Ankara Antlaşması'nın imzalanmasını kesinlikle kolaylaştırdı. Bu korku hâlâ canlı olduğundan, Türklere bizi kışkırtamayacakları konusunda güvenilebilir. İtalya ile aralarında doğabilecek bir anlaşmazlıkta bizi müttefik değilse bile potansiyel tarafsızlar olarak tutmak hususunda elbette hassas olacaklar."[4]

İngilizlerin bu ifâdeleri, Ankara Antlaşması ile istediklerini aldıklarını göstermektedir.

Türkiye ile Irak arasındaki bir diğer antlaşma da, 29 Mart 1946 târihinde imzâlanan "Dostluk ve İyi Komşuluk Antlaşması"dır. Bu antlaşma, TBMM tarafından 5 Eylül 1947 târihinde onaylanmış ve 12 Eylül 1947 târihinde de Resmî Gazete'de yayınlanmıştır. Bu antlaşmanın en önemli maddesi ise beşinci maddedir. Söz konusu madde şöyledir:

"Madde 4 - Antlaşan Taraflar, Taraflardan birinin ülke bütünlüğüne veyâhut hudûd dokunulmazlığına karşı herhangi bir saldırma tehlikesi görüldüğünde veyâ saldırma yapıldığına Birleşmiş Milletler Teşkilâtının yetkili organına hemen haber vermeyi taahhüd ederler."[5]

Bu madde, Türkiye'nin yapabileceği şeyin en fazla Birleşmiş Milletler'e başvurmak olduğunu göstermektedir. Kaldı ki, Türkiye, Irak'a yönelik iki Körfez Savaşı'nda da havaalanlarını ve üslerini saldıran taraf olan ABD ve müttefiklerine açarak, bu maddeyi ihlâl etmiştir. Ayrıca aynı antlaşmanın bir sonraki maddesinde de taraf ülkelerin aralarındaki her türlü anlaşmazlığı Birleşmiş Milletler gözetiminde ve barış içerisinde çözecekleri de taahhüd edilmektedir.

Devletler, her zaman atacağı adımları iki ölçüye göre atarlar. Birinci ölçü, güçtür. Yâni gücünüz varsa, bu gücünüze orantılı olarak adımlar atabilirsiniz. ABD ve Rusya, birçok işgâli buna göre gerçekleştirmiştir. İkinci ölçü, meşrûiyettir. Türkiye, Kıbrıs Barış Harekâtı'nı buna göre gerçekleştirmiştir. Yine aynı şekilde Karabağ Savaşı sırasında Ermenistan'ın Âzerbaycan toprağı olan Nahçıvan'a saldıramamasında, yine Rusya'nın 2008 Gürcistan Savaşı sırasında Batum'u vuramamasında bunu görüyoruz. Yâni atacağınız adımların meşrû olması gerekir. Bu ise ancak antlaşmalarla, yâni uluslararası hukûk ile sağlanır. Eğer siz, eski haklarınızdan resmî olarak vazgeçmişseniz, dünyânın değişen konjöktrüne bağlı olarak ileride söz hakkınızı kaybedebilirsiniz.

Bu yüzden bir konu hakkında konuşurken, evvelâ antlaşmalara ve uluslararası hukûk belgelerine göre hareket etmek, bu belgelere analiz yapmak gerekmektedir. Türkiye ve İrân, elbette Kürd yönetimine karşı sınırlarını kapatabilirler, ekonomik yaptırım uygulayabilirler ve Birleşmiş Milletler gibi uluslar üstü örgütlerin devreye girmesini isteyebilirler. Ama resmî olarak varlığını kabûl ettikleri bir yapıya karşı, ayrılmak istedikleri ülke (burada Irak) talebde bulunmadıkça, askerî harekât düzenleyemezler. Dolayısıyla ne yapılacaksa, Irak ile berâber yapılmalıdır. Bir askerî harekât düzenlenecekse de, Irak'ın onayı ve talebi sağlanmalıdır. Aksi takdirde işgâlci durumuna düşmek ve sonucunda Kuveyt'i işgâl etmiş Saddam Hüseyin görüntüsüne düşmek tehlikesi bulunmaktadır ki, bu çok büyük bir tehlikedir.


[1] T.B.M.M. Zabıt Ceridesi, 115 inci İçtima, 7.6.1926 Çarşamba, s.25

[2] a.g.e., s.26

[3] a.g.e., s.26

[4] Satan, Ali (der.), İngiliz Yıllık Raporlarında Türkiye 1925-1926, s.94, Birinci Baskı, İstanbul, Kasım 2013

[5] T.C. Resmî Gazete, 12 Eylül 1947 Cuma, s.6705, ss.1