Siyâsî partilerin ideolojik bütünlüğü olan fikirleri iktidâra taşımada -İspanyol sosyolog José Ortega y Gasset'in (1883-1955)- 'kitle adam' (sıradan/düz adam) diye târif ettiği, toplumun en büyük kitlesini oluşturanlara hitâp etme zorunluluğu nedeniyle noksân kalmaktadır. Bu bağlamda (ideolojik bir görüşü savunan) siyâsî partiler iktidâra gelmek için ideolojik bütünlüğü olan fikirlerinde 'kitle adam'a hitâp edebilmek için tâvizler vermektedir. Bu ve benzerî kaygılar sebebiyle örneğin türkçülüğün ideologlarından Nihâl Atsız'ın (1905-1975) siyâsî partilere temkînli yaklaştığı malûmunuz.

Meseleye ideolojik bütünlüğü olan fikirleri savunan bireyler açısından baktığımızda, fikirlerinin -Türkiye'deki seçim barajı sebebiyle de- temsîl edil(e)mediği yığınla siyâsî parti karşımıza çıkar. Bu ideolojik seçmende oyların kerhen dağılmasına sebebîyet verdiği gibi, ideolojik seçmende 'fikîrleri iktidâra taşıyamama' memnûniyetsizliğini berâberinde getiriyor. Oysa ideolojik bütünlüğü olan fikirleri iktidâra taşımanın sâdece siyâsî yoldan gerçekleşmediğini, bunun bir alternatifi olduğunun farkında olunması şart. Bu bir tarafa, Türk toplumunun bireylerinin hepsinin ülkücü/türkçü yapılamayacağını, 'kitle adam'ın fedâkarlık isteyen idealist (ülkücü) fikirlere iknâ edilemeyeceğinin bilincinde olmak gerekiyor. O hâlde bu çıkmazın alternatifi nedir?

İtalyan komünist Antonio Gramsci'nin (1891-1937) Batı Avrupa'da komünist devrimlerin neden aslâ gerçekleşmeyeceğini izâh için kullandığı 'kültürel hegemonya' kavramını, Gramsci'nin bağlamından daha geniş açıyla tanımlayacak olursak 'herhangi bir zümreye âit bir ideolojinin kitleleri -kitle iletişim araçları (geleneksel medya ve sosyal medya), popüler kültür, (millî) eğitim vb. 'yumuşak güç' unsûrlarıyla- tahakküm altına alması, ideolojik fikirlerini bir toplumda egemen kılması' anlamına geldiğini iletebiliriz. Türk millîyetçilerinin fikirlerini siyâsî partiler aracılığıyla iktidâra taşımanın yanında, bu alanda da çaba göstermesi elzemdir. Nitekim kültürel hegemonya alanında güçlü olmak demek, hapiste olunulsa dahi fikirlerin gerçekte 'iktidâr'da olması demektir.

Bu yazıda son iki ay içerisinde kültürel hegemonya bağlamında başımdan geçenleri paylaşmak istiyorum. Bundan takrîben bir ay önce Hollanda'da bulunan Groningen Üniversitesi'nde okurken sık sık uğradığım, her uğradığımda en az bir saatimin gittiği fakât çeşitli sebeplerden dolayı birkaç yıldır uğrayamadığım sahâfa uğradım. Adam beni tanıdı ve eskisi gibi kitâplar üzerine muhâbbete başladık. Aylardır gelmemi bekliyormuşcasına bir heyecânla, kendi deyimiyle, hayâtında okuduğu -ki sahâf olması münâsebetiyle de çok kitâp okuduğunu tahmîn edebilirsiniz- en etkileyici kitâbı bana okumam için tavsîye etti. Bahsekonu kitâp Britanyalı yazar Louis de Bernières'in (1954-…) 'Birds without wings' (Kanatsız kuşlar) romanı. Roman, Birinci Dünyâ Savaşı'nın son yıllarından başlayarak Kurutuş Savaş'ına kadar olan bir zamân aralığında, Anadolu'da yaşayan sıradan insânların hayâtını konu ediniyor. Buna ek olarak Mustafa Kemâl Atatürk'e de ayrı bir ilgi sözkonusu. Bu roman daha önce yine Hollanda'da başka bir üniversitede okurken İtalyanca öğretmeni tarafından tavsîye edilmişti. O daha çok romanda İtalyan askerleriyle Türklerin kurduğu dostluk bağları üzerinde durmuştu mutlulukla.

Bu romanın kültürel hegemonya bağlamında etkisine gelince, bu romanı okuyan biri Hollandalı biri İtalyan iki farklı insanda da benzer etkiyi gördüm: Yükselmiş bir Türk(iye) sempatisi ve Ermeni Meselesi'nde Türk tezlerine daha yakın bir yaklaşım. Nitekim ikisi de (romanın etkisiyle) çeşitli etnik grupların iyi-kötü birlikte yaşamayı öğrendiği bir yapının, yâni Osmanlı İmparatorluğu'nun, dış müdâhelerle yok edildiği, bu güzelim ortamın 'kötü niyetlilerce' bozulduğu görüşündeler. Bu bağlamda Bernard Lewis (1916-2018) gibi bir şarkiyâtçının Ermenilerin soykırım iddiâlarını reddetmesini de bilerek, Ermeni Soykırımı olmadığına iknâ olmuş durumdalar. Elbette bu romanın yazarı Türk olsa bu kadar etki yapmayabilirdi, yazarın Türk olmaması romanın Türk tezlerini (dolaylı olarak) savunmada avantajlı kılıyor. Yâni bilimsel kitâpların yapamadığını ve muhtemelen aslâ yapamayacağını, yazarı Britanyalı olan bir roman yapabiliyor.

Roman ve diğer edebî yapıtlarla (ideolojik) fikirleri yaymanın, toplum nezdînde egemen kılmanın mümkün olduğunun farkında olmak, bu farkındalık doğrultusunda da hareket etmek gerekiyor. Etki etmenin yine en bilindik popüler kültür aracılarından biri sinema. Şimdi yine geçen aylarda başımdan geçen bir olayı örnek vermek isitiyorum. Bir çocukluk arkadaşımla yıllardır siyâset konuşuruz. Kendisi Konyalı, kökten CHP'li ve mütedeyyîn bir âileye mensûp. Hâliyle kendisinde de CHP sempatisi var fakât CHP'den de birçok sebepten dolayı çok memnûn değil. 2015 yılı seçimlerinde MHP'nin duruşunu anlatmış, CHP'deki tezâtları eklemiş ve kendisini bir hayli etkilemiştim. Hattâ MHP'den tâkip etmeye başladığı isimler de olmuştu. Bu ilgiye rağmen kendisi MHP'ye oy atmadı ve MHP'ye mesâfeli kaldı.

Geçen buluştuk, bana ülkücülüğü anlatan basit kitâplar aradığını söyledi. Kendisinin ikâmet ettiği şehîrde (mevzû Hollanda'da geçiyor) Ülkü Ocağı gibi bir yapının olup olmadığını sordu. 'Şu Kafes filmi vardı ya' dedi 'hani sen izlemiştin de sosyal medyadan tavsîye etmiştin, işte onu geçen izledim ve birkaç sahnesinde gözlerim dolu, dolu, tüylerim diken, diken oldu' dedi. Arkadaşım şimdilerde Türk millîyetçiliğinin fikrî yapısına araştırmakla meşgûl ve ülkücülük hakkında doğru veyâ yanlış (ve tartışılır) şahsî bir görüşü de var: Ona göre islâmı reddederek ülkücü olunmaz. Sözün özü, benim saatlerce konuşmakla yapamadığım etkiyi Mahmut Kaptan'ın (1982-…) yönettiği, Lütfü Şehsuvaroğlu'nun (1957-…) aynı adlı romanından uyarlama, 2015 yapımı 'Kafes' filmi yapmış gibi görünüyor.

Şimdi de olumsuz anlamda bir örnek vermek istiyorum. Bir tren yolculuğu esnâsında tanıştığım Hollandalı bir hanımefendiyle konuşurken, malûm, mesele Recep Tayyip Erdoğan'a geldi. Ben Recep Tayyîp Erdoğan tarâftârı olmadığımı iletince 'Gülenci misin?' diye sordu. Dedim 'Ne alâka, mevcût Cumhûrbaşkanına sempatisi olmayan herkesin Gülenci olduğunu mu zannediyorsunuz?' diye sordum. Yâni Hollandalı bir kadın dahi, tıpkı AKP'lilerin yaptığı gibi Recep Tayyip Erdoğan'ı savunmayan herkese FETÖ'cü gözüyle bakıyor. Yalnız burada fark 'iyi' ve 'kötü'nin kimler olduğunu konusunda, konuştuğum Hollandalı kadının gözünde Türkiye Cumhûriyeti Cumhûrbaşkanı bir 'tiran' iken, FETÖ'cüler 'mazlûm'. Bunda FETÖ'cülerin Avrupa kamuoyunu etkilemesi -ki zâten Avrupada hâlihazırda Recep Tayyip Erdoğan üzerinden filizlenmiş bir Türkiye düşmânlığı var- esâs etken gibi görünüyor. Kadına öncelikle Türkiye'de sâdece iki cenâh olmadığını izâh ederek başladım. FETÖ'cülerin sayı olarak çok olmadığını anlattım ve FETÖ'cülerin mazlûm olmadığını, Türkiye'de hiçbir (siyâsî) cenâhın onları AKP ile araları iyiyken yaptıkları yolsuzluklar, haksızlıklar, zulümler, soru çalmalar, adam kayırmalar vs. nedeniyle sevmediğini, üniversitelerden atılan FETÖ'cülerin akademisyen olmaktan ziyâde bu yollarla üniversitelere girmiş vasıfsız kişiler olduğunu anlattım. Hele hele darbe girişimi yaparak, yaptıkları tüm pisliklere silâhlı teröristliği de eklediklerini söyledim. Kadın, Hollanda medyasında okuduklarını savunmakta diretti, ben de söylediklerimi diretince ve herşeyin Hollanda medyasında yansıtıldığı gibi olmadığını ekleyince, ilettiklerimi kabûl eder gibi oldu. Fakât iknâ edebildiğimi sanmıyorum.

Üstteki örnekte kültürel hegemonya bağlamında medyanın önemini görüyoruz. Ayrıca savlarınız kültürel hegemonyanın en azından (sosyal) medya ayağında 'iktidâr'da olmadığında, bireyleri ve kitleleri iknâ etmekte çıkabilecek zorlukları görüyoruz. Geleneksel medya, sosyal medya, popüler kültür gibi alanlarda kültürel egemenlik kimin elindeyse, kitleleri etkilemesi bir o kadar kolaylaşıyor. Günlük hayâtımızda da biz farkında olalım ya da olmayalım bu etkilerle hareket ediyoruz. Bu elbette şaşılacak bir şey değil. Buna rağmen bu durum çoğu zamân Türk millîyetçileri tarafından es geçiliyor. Bu da birçoğunun ideolojik bütünlüğü olan fikirlerin savunulmasını siyâsî partilere yükleme eğiliminden kaynaklanıyor. Siyâsî partilerden -ki bu idealize edilmiş misyonu olan partiler için çok daha zor- hem iktidâra gelmesi, hem de ideolojik bütünlüğü olan fikirleri tâvizsiz koruması bekleniyor. Bu bir bakıma -kitle adamlarla 10% seçim barajını aşmak için muhâtap olmak zorunda olan- siyâsî partilere yapılan bir haksızlık.

Türk millîyetçilerinin ideolojik bütünlüğü olan fikirlerini yaymaları için önce ve özellikle zemîni hazırlamaları gerekiyor. Elbette siyâsî partiler üzerinden görüşlerin yayılması, toplumda etkin kılınması ve siyâseten iktidâra taşınması yolundan vazgeçilmemelidir. Fakât siyâsî partilerin -mevcût 10% seçim barajı başta olmak üzere- çeşitli sebeplerden tâvizkâr olmak zorunda olduğunun bilinciyle, ağırlığın kültürel hegemonyaya verilmesi gerekmektedir. Herkesi ülkücü/türkçü yapmak mümkün değil fakât her köşede Türk millîyetçiliğini bilinçaltında çağrıştıracak, hatırlatacak, onun sembollerini, ritüellerini topluma âşinâ kılacak ögeleri yaymak mümkün. Nihâyetinde bireylere en derinden nüfûz eden ögeler 'soft power' (yumuşak güç) alanından gelmektedir. Kültürel hegemonya ise, bir toplumu yumuşak güç enstrümanları aracılığıyla ideolojik tahâkküm altına almanın en tesirli ve en kalıcı yoludur. Türk millîyetçilerinin bu konuya daha fazla yönelmesi gerekiyor.

* İşbu yazı bilâhare bilimsel yaklaşımla yazılacak bir makâlenin çıkış noktasını oluşturmaktadır.