24 Haziran seçimleriyle birlikte ülkemizin içinde bulunduğu tarihsel durum; 1876'dan 1923 Cumhuriyet Devrimine oradan günümüze ulaşıncaya dek egemenliğin saraydan alınıp millete verilme mücadelesinin bütün kazanımlarının tersine evrildiği; egemenliğin yeniden sarayda toplandığı bir sürecin nihayetidir. 2010 Anayasa değişikliği ile başlayıp 2018'de rejim değişikliği ile tamamlanan bu süreç ve bu sürecin getirdikleri elbette bir "anayasal gelişme" hamlesi olarak tanımlanmaktan uzaktır. Çünkü bu süreçte yaşananlar başlı başına anayasayı, anayasanın başlangıç hükümlerini, Türkiye Cumhuriyeti'nin temel kuruluş prensiplerini ve cumhuriyet rejiminin temel dayanaklarını hiçe saymış ve ortadan kaldırmıştır.

Bu tahlilin altını çizmekle beraber bu yazıda açmaya çalışacağımız konu, kurulan saray rejiminin anayasal bir eleştirisi değildir. İncelemeye çalışacağımız, saray rejiminin ideolojik hegemonyasını oluşturan İslamcı-muhafazakar bakış açısının Osmanlı-Türk anayasal gelişme tezlerini yorumlayışı ışığında bugünkü rejim değişikliğini kendi ideolojik çerçevesinde anlayabilmek ve günümüzdeki sonuçlarıyla birlikte değerlendirebilmektir.

İslamcı anayasal gelişme tezlerini ortaya koyup eleştirisini yaparken özellikle Bülent Tanör hocanın "Anayasal Gelişme Tezleri" kitabından oldukça yararlandık ve bu çalışmanın metodolojisine bağlı kaldık.[1] Öncelikle geçmişten günümüze İslamcı-muhafazakar ideolojiye katkı koymuş ideologlardan alıntılar yaparak bu çevrenin Osmanlı-Türk anayasal gelişme tezlerini yorumlayışını göreceğiz ardından gerekli eleştirileri ortaya koymaya çalışacağız.

Osmanlı Devleti'nin dağılma evresinde Türkçülük ve Batıcılık fikirleriyle birlikte siyasal bir akım kimliği kazanan İslamcılık, imparatorluk içindeki Müslümanları bir arada tutma amacı taşıdığı kadar devlet idaresinde de halifelik ve saltanatın devamlılığını, teokratik yönetim şeklinin sürekliliğini savunan bir anlayış içerisindeydi ve bu yönleriyle bağlantılı olarak karşı-devrimci, emperyalizme bağımlı bir tutum takınmıştı. Sarayın egemenliğini zayıflatan, Tanzimat reformlarının aksine halktan gelen tepkilerin bir sonucu olarak yükselen 1. Ve 2. Meşrutiyet'ler İslamcı-gelenekçi çevreler tarafından "gavur icatları", "İslama aykırı" bu nedenle de "tehlikeli" olarak yorumlanıyordu. Cumhuriyet sonrası dönemde ise kemalizme ve cumhuriyet devrimlerine karşı bir tepki olarak belirmeye başladı ve emperyalizme bağlılığını sürdürdü. Bu göbekten bağlılık Şeyh Sait İsyanı gibi emperyalizm destekli gerici ayaklanmalarda görünürleşti.

Genel bir tablo çizdikten sonra İslamcı, muhafazakar veya gelenekçi olarak tanımlayabileceğimiz bu siyasal akımın, ideologları tarafından anayasal gelişmeleri nasıl yorumladıklarına geçebiliriz.

ALİ FUAT BAŞGİL

İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi profesörlerinden olan Ali Fuat Başgil, tek parti döneminde "Kemalist" çizgide görüşler ifade eden bir hukukçuyken 1950'de Demokrat Parti'nin iktidara gelmesiyle açık bir şekilde İslamcı-gelenekçi bir tutum almış ve kemalizmi eleştirmeye başlamıştır. 1924 Anayasası sonrası kurulan yönetimi " emsaline yalnız totaliter rejimlerde rastlanan bir şef rejimi", bu dönem iktidar adamlarını "kötü bir garp taklitçiliği hastalığına yakalanmış devlet adamları" olarak tanımlamıştır.

"Türkiye'de, demokratik ruhta bir anayasa mevcut olmasına rağmen, senelerce herkesin yalnız dinine, diline, hayat görüşüne ve kazancına değil, kılık kıyafetine, hatta sakal bıyığına varıncaya kadar her şeyine kahya kesilen bunaltıcı bir idare tarzı hakim olmuştur."

Ali Fuat Başgil'in laikliğe karşı da kesin bir tavrı vardır. Öyle ki, 1961 Anayasası hazırlıkları sırasında o günlerde köşe yazarı olduğu Yeni Sabah gazetesinin 9.7.1960 tarihli yazısında, laiklik ilkesinin yeni anayasada yer almasına kesinlikle karşı çıkmaktadır.[2]

SELÇUK ÖZÇELİK

Ali Fuat Başgil gibi İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi profesörlerinden biri olan Selçuk Özçelik'in tezlerinde şovenizme kayan bir Osmanlı ve 2. Abdülhamid övgüsü yer alırken Cumhuriyet dönemine ait değerlendirmelere çok az rastlanır. Yazarın bundan özellikle kaçındığı düşünülmektedir. Genç Osmanlılar, Jön Türkler ve İttihat ve Terakki'ye karşı olumsuz yaklaşımı olan Özçelik'in bu çevreler aracılığı ile gerçekleştirilen Meşrutiyet hareketlerine karşı da sert eleştirileri vardır. Bu bakımdan anayasal gelişme hareketlerini yorumlamada Ali Fuat Başgil ile aynı çizgide yer alır.

YILMAZ ÖZTUNA

Milliyetçi Cephe hükümetleri dönemlerinin resmi tarihçilerinden biri sayılan ve 12 ciltlik Türkiye Tarihi eseriyle bilinen Yılmaz Öztuna'nın yazılarında da Osmanlı İmparatorluğu ile Abdülhamid övgüsünün yanı sıra Jön Türk ve İttihat ve Terakki Cemiyeti eleştirileri göze çarpmaktadır. Yılmaz Öztuna'ya göre Sultan 2. Abdülhamid, 1876 Anayasası'nı 1878 yılında rafa kaldırmakta, Meclis-i Mebusanı süresiz kapatmakta ve 30 yıl sürecek İstibdat Devri'ni başlatmakta haklıdır. Bunları gerçekleştirebilmesi 2. Abdülhamid'in siyasi zekasının göstergesidir. Yılmaz Öztuna'nın eserlerinde dikkati çeken bir diğer nokta Jön Türklerin gerçekleştirdiği Meşrutiyet hareketine karşı tavır alırken Tanzimat tipi yenilik hareketlerine karşı hayranlık duyması ve bunlardan eserlerinde övgüyle bahsetmesidir. Ahlaki bozulmalardan da eserlerinde bahseden Yılmaz Öztuna bu ahlaki bozulmanın tarihini de Cumhuriyet dönemiyle birlikte başlatmaktadır ve "mili kültüre dönüş" teziyle Osmanlı feodal yapısına duyduğu hasreti yansıtmaktadır.

AHMET KABAKLI

Gazeteci, yazar Ahmet Kabaklı'nın yazılarında genel olarak bütün anayasal, demokratik gelişme aşamalarını batı taklitçiliği, devlet yıkıcılığı, yabancı parmağı ile yönetilen bürokratik uygulamalar gibi olumsuz sınıflandırmalara tabi kılma eğilimi vardır. Diğer gelenekçi yazarlara ek olarak Ahmet Kabaklı'nın tezlerinde Genç Osmanlılardan Kemalistlere uzanan "bürokrasi" eleştirisi de mevcuttur.Buradaki açıklamaları direk yazarın alıntılarından anlamaya çalışabiliriz:

" Tanzimat ile Batı taklitçiliği hatta Batı tapusu altına giren bürokrasinin daha sonra 2. Meşrutiyet'e doğru geliştirdiği kanatlar, bu sefer, halka saygısızlığı ve devleti içinden kemirme safhalarını da aşarak, doğrudan ve açıktan devlet yıkıcılığına girişmiştir. Birinci ve İkinci Meşrutiyetler, bir kısmı yabancı parmağı ile yönetilen bu "isyancı bürokrasi"nin ürünleridir."[3]

"Yıkıcı bürokrasinin Osmanlı tarihinde ilk büyük hareketi, İngilizlere ve Mason teşkilatına dayanarak devletin başı olan Sultan Aziz'i yıkmalarıdır. Birinci Meşrutiyet bu ihanet-gaflet karışığı darbeden doğmuştur……Bürokratların bu tarzdaki daha büyük ve yıkıcı davranışları ise 1908 Meşrutiyeti ve Sultan Hamid'i 1909'da, 31 Mart bahanesi ile yıkan darbedir. Bu İkinci Meşrutiyet ve 1909 Darbesi Osmanlı Devlet'nin sonu demek olmuştur."[4]

" Türkiye Cumhuriyetinde bürokrasi, aslında bozulmamış ve yıkıcılığı amaç edinmiş Meşrutiyet bürokrasinin devamıdır."[5]

Tüm bu yazılarıyla Jön Türklerden Kemalistlere uzanan bürokratik vesayet anlayışının devlet yönetiminde hüküm sürdüğünü savunan Kabaklı, özellikle Cumhuriyet sonrası bu vesayetin CHP'nin tek parti iktidarıyla oluşturulduğunu savunur. Bu bakımdan Kabaklı'ya göre 1950 seçimleri milletin bu baskıcı bürokratik sınıftan öç alma zaferidir. 1960 İhtilali ise bürokratik-yıkıcı kitlenin halka karşı bir hareketidir.

D. MEHMET DOĞAN

Ahmet Kabaklı'nın tezlerinde görülen bürokratik yıkıcılık vurgusu Mehmet Doğan'ın tezlerinde de görülür. Yazara göre Tanzimat ile birlikte gelişen anayasal gelişme hareketleri emperyalizmin bir oyunu ve amacı batılı gibi yaşamak olan "komprador bürokratların" eseridir. Cumhuriyet dönemi ise Mehmet Doğan'a göre tam bir yozlaşma dönemidir. Resmi ideoloji olan Atatürkçülük halka karşı bir diktatörlük kurmuştur.

"Bürokrasi ( Batıcı aydınlar), Türkiye'nin "uygarlaşmasını" engelleyen ( gerçekte bürokratik iktidarı frenleyen) bütün güçleri tasfiye etmek için aradığı müsait ortamı Milli Mücadele ertesinde bulur. Bu ortamda, bütün halkla bağlantılı akımlar, şahıslar ve kurumlar antiemperyalist nitelikleriyle birlikte yok etme, sindirme hareketinin konusu olur…..Bu anlamda iktidarı elde tutanlar, halkı hiçbir şekilde iktidara layık görmediklerinden bir bakıma adı konulmamış bir azınlık hükümetine vücut vermişlerdir."[6]

NECMETTİN ERBAKAN

Geliştirdikleri tezleri anlamaya çalıştığımız diğer yazarların aksine burada açacağımız son kişi olan Necmettin Erbakan siyasi bir kişiliktir ve bundan daha önemlisi, mevcut iktidar partisi kadrolarının içinden yetiştiği siyasal hareketin ve partinin kurucusu ve ideoloğudur. Bu bakımdan bu bölümde özellikle Necmettin Erbakan'ın İslamcı-muhafazakar gelenek içindeki devlet yönetimine dair görüşlerini özetleyip eleştiri ve değerlendirme kısmına geçeceğiz.

Necmettin Erbakan devlet yönetimiyle alakalı şu önerileri getirmiştir;

" Devlet ve hükümet başkanlıklarının birleştirilerek 'başkanlık hükümeti' sistemine gidilmesi ve başkanın millet tarafından seçilmesi; halka kanun teklifi ile kanunları veto hakkının tanınması; referandumun bir anayasal kural haline sokulması; "ceza davalarında juri usulünün ihdası ile mahkemelerimizin milli arzu ve irade istikametinde icrayı adalet etmesinde kolaylık sağlanması"; ve nihayet, "içtihatların kazai denetimini sağlamak, bu surette kanunların boşluğunu doldurmak üzere yapılan ve hiç kontrol mercii bulunmayan içtihatların anayasa uygunluğunu" gerçekleştirmek."[7]

İSLAMCI ANAYASAL TEZLERİN VE "BUGÜNÜN" REDDİYESİ

Yukarıda örneklendirdiğimiz isimlerin eserlerinden alıntılayarak açıklamaya çalıştığımız İslamcı-gelenekçi çevrelerin anayasal gelişme tezleri genel olarak, 1876'dan günümüze halkın içinde yer bulan ve kısmi de olsa tabandan gelen 2. Meşrutiyet ve Cumhuriyet Devrimi gibi ileri ve milli atılımları "batı taklitçiliği", "dinsizlik", "bürokratik yıkıcılık" gibi tanımlamalarla eleştirmektedir. Feodal yapı ve kurumlara hayranlık, şoven ve hayalperest bir Osmanlıcılık bu cenaha mensup kesimlerin eserlerinde görülen ana unsurlardır.

"Milli"likten, "milli kültüre dönüş"ten bahsedip Tanzimat batıcılığını öven Yılmaz Öztunaların 'milli'lik anlayışları bugün saray rejiminin millilik tanımına denk düşmektedir. 2. Abdülhamid övgüleri, Osmanlı'nın feodal kurumlarına duyulan hasret( kırathane, külliye, saray vs..) 21. Yüzyılın Türkiye'sinde diriltilmeye çalışılmaktadır. Tarihimizde milli egemenliğin gerçekleşmesi yolunda önemli ve birbiriyle bağlantılı süreçler kasti olarak yanlış ve hatalı olarak gösterilmeye çalışılmakta, Meşrutiyetten Cumhuriyete uzanan tarihsel mücadeleler yok sayılmaktadır. Emperyalizmin planlarını gerçekleştirmek amacıyla iktidara gelenler yukarıdaki tezlerde de görüldüğü üzere gerçekten milli ve anti-emperyalist olanları dış mihrak güçleri olarak hedef gösterebilmektedir. Anayasadaki laiklik ilkesinden rahatsız olanlar, bu ilkenin anayasadan kaldırılması gerektiğini savunanlar, günümüzde onu sosyal ve siyasal alanımızda etkisizleştirmek adına her türlü çabayı göstermektedir. Ülkemizi daha kolay yoldan şeyhler, müritler, meczuplar ülkesi yapabilmek adına geliştirilen Başkanlık sistemi yürürlüğe konmuştur. Yukarıda gösterdiğimiz İslamcı-gelenekçi çevreler tarafından uzun yıllardır geliştirilen tezler, savunulan çarpıtılmış tarihi yorumlar günümüzde resmileşmiş tarihi gerçekler olarak bizlere sunulmak istenmektedir.

En nihayetinde karşı-devrimci mevzilerde, emperyalizme bağımlı, yeniden sarayda toplanan bir tarihsel geriye dönüş ülkemizde gerçekleşmektedir. Cumhuriyet rejimini ve anayasal hukuk devletini yeniden " kuruluş ve kurtuluş rotasında" inşa etmek en başta "bugünün" ve yukarıda anlatmaya çalıştığımız "bugünü oluşturan tezlerin" reddiyesiyle mümkündür.


Kaan Eroğuz


[1] Bülent Tanör, Anayasal Gelişme Tezleri,YKY Yayınları, Ankara, 2008

[2] Ali Fuat Başgil, İlmin Işığında Günün Meseleleri, s.196,197

[3] Ahmet Kabaklı, Bürokrasi ve Biz, s.42,62

[4] Age, s.37

[5] Age, s.65

[6] Mehmet Doğan, Batılılaşma İhaneti

[7] Necmettin Erbakan, Milli Görüş, s.27,30