Trevanian:

"Trevanian tiryakisi aslında alışılmadık harika bir tiptir. Doğal seçkincidir. Sinik olmaktan çok, gerçekçiliğin saldırısına uğramış, bir idealisttir.

Farklı bir trampetin temposuna uyarak yürüyen biri olmaktan çok, tek kişilik bir geçit töreninde kendi davulunu çalarak yürüyen kişidir." Diyerek, hem kendini, hem de okurlarını yüceltiyor.

Elinde bir Trevanian eseri varken bu satırları okuyunca insan, şöyle bir dik duruşa geçiyor, kendini elinde kendi davulunu çalarak yürürken görür gibi oluyor.

İnci Sokağı, benim okuma profilimde ikinci kez okunmayı hak eden kitaplardan biridir. Çünkü acıların mizahi anlatıma dönüştürülerek, altı yaşındaki bir çocuğun penceresinden anlatılan ironik bir hayat hikayesidir.

İnci Sokağı, Yaşar Kemal romanlarının Teneke Mahallesi gibi yer… 1930'lu ve 40'lı yıllarda ABD ve dünyada yaşanan ekonomik kriz ve SAVAŞ yıllarındaki İnci Sokağı'nı Jean Luc'un penceresinden seyrediyoruz. Hayatlarına giren şahıslar ve hayatlarının akışını değiştiren olaylar, olgular…

Bu kitapla ilk 2006' da tanıştım. Neredeyse on üç yıl sonra tekrar okumak istememin sebebi, alışılmışın dışındaki ironik anlatım, sosyolojik ve psikolojik tespitler, zaman zaman felsefik yaklaşımlar, ama en çok Jean Luc ve çok güçlü bir kadın profili çizen annesi Ruby Lucile La Point'i aradan geçen bunca yıldan sonra nasıl değerlendireceğimi merak etmemdir.

Okuma sürecimde ve okuduktan sonra gördüm ki, bazı şeyler değişmese de yaşam koşulları değiştikçe sizin de bakış açınız değişmiş oluyor. Aynı olayı bugün farklı bir pencereden bakarak değerlendiriyorsunuz. Ya da ilk okuduğunuzda hiç dikkatiniz çekmeyen bir şey, bir olay sizin için anlam kazanmış olabiliyor.Buradan vardığım sonuç, hiçbir şey ve hiç kimse aynı kalmıyor. Hayat akıp giderken, kendi değişimimizin farkına varamıyoruz.

Trevanian, bu kitabında kendi hayatına göndermeler yaptığı için otobiyografik bir roman olduğu da söylenir. Başlangıçta ana kahramanımız Jean Luc'un hayatı gibi geliyor insana. Zamanla anlıyorsunuz ki, sadece Jean Luc değil, onun çevresindeki pek çok kişinin de hayat hikayesi aynı zamanda... Bir toplumsal irdeleme… Her hikayede hayatın başka bir yanını anlıyor ve kendinizi, çevrenizi sorgulamaya başlıyorsunuz.

En başta, iki küçük çocuğuyla kocası tarafından terkedilmiş bir annenin verdiği yaşam mücadelesinden çok etkileniyorsunuz. Okuru için söylediği o tek kişilik geçit törenini yapan karakter bana göre tam olarak Ruby Lucile La Point… İnsan ister istemez, bir anne olarak kendinde ve çevresinde Ruby' den parçalar arıyor. O denli maddi manevi sıkıntı çekip de hiç kimseye boyun eğmemesi karşısında, "Ben olsaydım?" sorusunu sormadan edemiyorsunuz.

Bir öğretmen olarak, Bayan Cox'u tanıdığınızda kendinize dönüp öz eleştiri yapıyorsunuz.

O kadar eğlenceli, o kadar sıra dışı mıyım? Diye düşündüğüm çok oldu. Ama gerçek yaşam, bir roman platformu değil ne de olsa, bire birBayan Cox olmamıza gerek yok. O zaman kendimiz olmayız zaten. Yine de Bayan Cox'tan çok şey öğrendiğimi söyleyebilirim.

Mc Givneyleri ya da Ben'i tanıdığınızda karşınıza ne zaman, nerede kim ya da kimlerin çıkacağını kestiremediğinizi anlıyorsunuz.

Bir de Meehanlar var. Acayip bir aile… Daha doğrusu kimin kim olduğu belli olmayan bir güruh… Onları okurken gözümün önüne hep Adam's Family'deki karakterler geldi. Çok güldüğüm zamanlar oldu. Ama o ailedeki karakterlerden birinin, hayatta neye elini attıysa paramparça olduğu için tuttuğu şeyleri bırakamama hastalığına yakalanması karşısında insan hakikaten göz yaşlarına hakim olamıyor.

Çocukluğu radyo günleriyle geçmiş biri olarak, kitle iletişim araçlarının topluma olumlu ve olumsuz katkılarını hemen fark ediyorsunuz. Radyonun gücü o yıllar için tartışılmaz. Günümüzde ise sadece arabalarımızda müzik ve tabir caizse geyik muhabbeti dinleme aracı oldu radyolar.

Gerçek kültürel deformasyonun sebebinin o günden bugüne televizyon olduğunu bir kez daha düşünmeden edemiyorsunuz. 1930'lu yılları anlatan bu romanda bile televizyondan "Aptal kutusu" olarak bahsediliyor.

«Tüketici çağının şafağında ortaya çıkan TV, reality tutkunları için çok geçmeden sıradan bir uyuşturucu haline geldi.» demişler, romanın bir yerinde.

Her değişimin gelişme olmadığını ve teknolojik gelişmelerin bilinçsiz kullanıldığında nelere sebep olduğunu bir kez daha kabul ediyoruz.

İnci Sokağı'nın bana göre en etkileyeci tarafı GEMİ METAFORU... Anne karakterinin çocuklarıyla alakalı beklentileri bu metaforla ifade edilmiş. .Bir gemi gelecek ve onları hak ettikleri hayata götürecek. Bu gemi çoğu zaman üstün zekalı Jean Luc, bazen de bazı yetenekleri olan küçük Anne Maria...
Jean Luc, bunu anladığı andan itibaren annenin ondan beklentisini bir yük gibi taşıyor sırtında. Zamanı geldiğinde de o gemi bambaşka bir limana yelken açıyor.

Romanın sonunda anlıyoruz ki, eğer bir gemi bekliyorsak, bu gemi bizim beklediğimiz gemi olmayabilir. Hayat gemisi bizi hangi limana sürüklerse, biz o limanda demir atıyoruz.

Gemi metaforu söz ve müziği Zülfü Livaneli' ait olan çok sevdiğim bir şarkıyı sık sık dinlememi sağladı, İnci Sokağından sonra.


"Bir yelkenlim olsaydı, açılsaydım denizlere
Rüzgarların önü sıra, ufukların ötesine
Bir yelkenlim olsaydı, dolaşsaydım dünyayı
Gitseydim uzak limanlara, karışsaydım dalgalara

Bir yelkenlim olsaydı, karışsaydım dalgalara,
Çağırsaydı sirenler beni, o bilinmez kayalıklara

Ama yok yok yok, bu denizler yok
Hayalinde yolculuklar, mümkün değil bu kaçışlar
Şehirler bırakmaz, bırakmaz seni
İşitilmez yakarışlar..."