​Milletimiz hiç bir zaman 2001'in gerçek etkileri hakkında bilgilendirilmedi ve maalesef en 'aydınlarımızın' çoğu bile konuyu tüm boyutlarınla değerlendirmediler.

Bu yazdıklarımı o zaman ve belki şimdi bile 'komplo teorisi' olarak damgalayanların ya kendileri bugün 'bize ekonomik savaş açtılar' naraları atıyor ve bir sürü saçmalığı 'devletin bekası için' bahanesi arkasına saklıyor veya bunlara inanıyor.

​2001 krizi olduğunda 'inşallah IMF ile anlaşamayız' demiştim ve bir çok kişiden çok ters tepkiler almıştım. Bunun sebebi de herkesin olaya sadece ekonomik boyuttan bakması idi.

Oysa IMF 2001'de Türkiye'den önce dahil olduğu her krizde yardımları için sadece ekonomik değil sosyo-politik değişimleri de şart olarak koşmuştur. Hatta 1976 Sterling Krizinde bile İngiltere'nin sosyal sigorta sisteminin ve ithalat kontrollerinin sulandırılmasını sağlamıştır.

Dolayısıyla 2001'de IMF'nin Türkiye ile anlaşırsa koşul olarak bütçe disiplininden ve sırf ekonomik yöntemlerden çok daha ileriye gideceği kesindi.

Yani Türkiye'nin 2001'i IMF ile gelen 14,5 milyar USD, bankacılık sisteminin reformu ve mali yöntemlerle atlatıldığını zannedenler çok yanılıyor.

Ben seneler sonra açılımın yasal alt yapısını oluşturacak İkiz Yasaların imzalanmasının, birinin verdiği erken seçim kararının ve bir çok başka siyasi gelişmenin 2001 IMF kredilerinin pazarlığının sonucu olduğu kanaatindeyim.

Nitekim AKP'nin kendine mal ettiği 'ekonomik başarı' da aslında 57. hükümetin IMF ile vardığı anlaşmaya dayanmaktadır. Çünkü AKP özellikle ilk yıllar bu anlaşma doğrultusunda kararlaştırılan ekonomik modeli uygulamaya devam etti. Bu model sayesinde elde edilen makro ekonomik düzelme, ülkede koalisyon değil, tek parti iktidarının o günlerde sağladığı siyasi istikrar ve bankacılık sisteminde yapılan düzenlemeler yatırımcıların tekrar güven sağlamasına sebep oldu ve Türkiye'ye dış yatırımın gittikçe artmasını sağladı. 

2001'de IMF ile anlaşmasaydık, belki ayağa kalkmamız daha uzun sürecekti ve muhtemelen 2002'den sonra başlayan borca dayalı şişme bir ekonomik büyümeyi en azından bu boyutta yaşamayacaktık. Ama uluslar arası standartlara göre bir borç geri ödeyememe, yani 'default' yaşasaydık bile ben ülkenin kendi gücünden tekrar ayağa kalkabileceğine inanıyorum. Ayrıca iç politikamıza kimse bu kadar karışamazdı ve bence çok daha bağımsız olurduk.

2001 sunni bir krizdi. Yani gelişen bir piyasa ülkesi olarak reel sektörde aslında Türkiye'nin durumu o kadar da kötü değildi ve verimsiz de işletilseler devlete ait bir çok kurum ve değer vardı. Ekonominin sıkıntısı sermaye piyasalarındaki kontrolsüzlük idi. Şişmiş bir sermaye piyasası ve bankacılık sistemi vardı. Yıllarca süren yüksek enflasyondan dolayı insanlar üretmekten ziyade faiz, repo gibi ürünlerden para kazanma derdine düşmüştü. Özellikle uluslar arası standartlardan uzak bir bankacılık mevzuatından ötürü banka açmak ve açılan bankaları 'hortumlamak' çok kolaydı. Dolayısıyla aşırı derecede çok banka vardı ve kontrolsüzlerdi. Zayıf piyasa kontrolü sadece yurt içinde değil, yurt dışında büyük finans aktörlerinin de maddi imkanlarının kullanarak Türk piyasasında istedikleri gibi oynamalarını sağlıyordu.

57. hükümeti çok eleştiren biri olmama rağmen DSP-MHP-ANAP iktidarını bu gelişmelerin sorumlusu olarak göstermek haksızlık olur, zira bütün bunlar 12 Eylül'den sonra gittikçe artarak uygulanan yanlış bir serbest piyasa anlayışına dayalı vahşi kapitalist modelin sonuçlarıydı.
Bu konuda hükumete yapılabilecek eleştiri, bence özellikle bankacılık ve sermaye piyasalarında daha dikkatli olması ve göreve başlar başlamaz kızışmış olan piyasayı soğutmak için adımlar atmaya başlamamış olmasıdır.
57. hükümetin bence ekonomik açıdan bir çok hatası vardır ama 2001 krizi Türkiye'de özellikle 1984'ten sonra bariz uygulanmaya başlanan yanlışların birikiminin sonucudur.

Bugün ise durum ekonomik açıdan çok farklı. Bankalarımız özellikle son yıllarda bazı konularda uluslar arası standartların çerçevesine çıksalar da yakın zamana kadar çok daha sağlam zemin üzerinde bulunuyorlardı. Zaten 2008'de patlak veren uluslar arası krizin Türkiye'yi etkilememesi, etkilemediği gibi Türkiye'ye oluk oluk para akmasının sebebi de buydu. Çünkü batıda bankalar zehirli yatırımları yüzünden birbirlerine güvenmedikleri için kendi aralarında karşılıklı fonlamayı durdurduklarında, paraları Türkiye'ye yönelttiler. Çünkü Türk bankalarının bilançolarında zehirli tahvil bulunmadığı çok kısa bir sürede görüldü. 

Artı Türk bankalarının çoğu zaten ya yabancı sermayenin elinde ya da yabancı sermayenin yüksek oranda ortaklığı söz konusudur. Dolayısıyla Batı bugün kendi çıkarı için bankaların batmasını ve bankacılık sektöründe bir krizi istemez. Tabii ki hiç bir zaman bir bankanın zora düşmesinin imkansız olduğunu söylemek mümkün değil, lakin şimdilik ağır bir krizde bile bankacılık sektörünün 2001'e benzer bir darbe yemesi uzak bir ihtimal olarak görünmekte.

Lakin bugün sıkıntı reel sektörde. Çünkü ülkeye gelen para kalıcı ve geleceğe yönelik akıllı yatırımlar için kullanılmaktan ziyade özellikle inşaat sektörünün şişirilmesi için kullanıldı. Üretime, Ar-Ge'ye para harcanmadı. Para gereksiz yerlere verimsiz havalimanlarına, vizibilitesi yapılmamış dev projelere, gereğinden pahalı köprülere, dehşet pahalı saraylara ve benzeri icraatlara harcandı. Gelen paranın harcanması ile de kalınmayıp devletin Cumhuriyet tarihinde elde ettiği tüm maddi birikimler 'verimsizlik' bahanesi ile 'özelleştirme' adı altında satıldı. Bu özelleştirmelerde ne stratejik önem düşünüldü, ne de geleceğe yönelik programlar hesaplandı. 

Bu da yetmezmiş gibi 2001'de hatırladığım kadarıyla toplam 130 milyar USD dış borç bunun da kısa vadede geri ödemesi riskte olan payının 15 milyar gibiydi. Bugün ise toplam 460 milyar USD'yi aşkın (bu yılın Mart sonu resmi rakamı, şimdi bunu geçmiştir) bir dış borç söz konusu.

Geçen cuma günü 24 saat içinde USD'nin TL'ye karşı kısmen 1 TL'yi geçen artışı ve 6,87 TL'nin üstüne çıkmasına rağmen iktidarın bir yandan halktan yastık altında olanları çıkartmasını istemesi, diğer yandan da hala 3. hava limanı ve 'Kanal İstanbul' gibi çılgınlıklarda ısrarcı demeçler vermesi bence son 16 seneden ders almadığını göstermekte.

Ama bence olayın daha da tehlikeli ve vahim olan, tarımın yok edilmesi oldu. 2001'de evet, insanımız %40 devalüasyona uğradı, iş yerleri kapandı, işten çıkarılanlar oldu, ama ülke 'açlık' çekmedi, açlık krizi yaşanmadı. İnsanlar belki evlerini, arabalarını satma mecburiyetinde kaldılar ama köye babalarını, amcalarına, akrabalarına gittiler, tarhanalarını, bulgurlarını hep beraber paylaştılar. Bugün bütün bunlar yok. 

Tohumundan sebzesine, samanından etine kadar dışarıya bağımlıyız. Daha bir kaç hafta evvel soğan ve patatesin anormal fiyatlara satıldığını, geçen sene domateslerin aşırı pahalandığını yaşadık. Artık Türkiye maalesef kendi kendini doyurabilecek bir ülke değil. 

Tarımda durum buyken sağlık ve ilaç sektörünü siz düşünün. Dış borç yükümlülüklerini ödeyemeyen bir ekonomiye kim ilaç veya tıp malzemesi satar? Kanser, şeker hastalığı, böbrek ve kalp ilaçları bulamazsak hastaların hali ne olur?

Ve tabii ki aynısı enerji için de geçerli. Akar yakıt, doğal gaz… Hadi batıyla bozuştuk diye diyelim bunları Rusya'dan temin edeceğiz. Rusya'nın bedeli ne olacak? Rusun Türkiye'ye babasının hayrına yardımcı olması beklenir mi?

Belki bazı vatandaşlarımız Türkiye IMF'ye borç verirken nasıl bu hale geldiğimizi merak ediyor olabilir. Kısaca cevap vereyim: IMF'ye borç falan vermedik. Ama görünen o ki, yakında yine IMF'nin kapısını çalacak duruma düşeceğiz ve bu sefer öyle 14-15 milyar dolarla kurtulabileceğimiz bir durum yok. 

2001 böyle bir miktar için ülkenin bu günlere gelmesini sağlayacak sosyo-politik dayatmalar yapan IMF, bugün toplam borcu 460 milyarı aşan bir Türkiye'ye kimbilir neler dayatacak?
Aklıma ilk gelen federatif siyasi yapı mesela…

Allah sonumuzu hayretsin ama senelerdir diyorum: Korkarım 2001'i mumla arayacağız.