Kimse kıpırdamasın! Sürüler içinde sürmeli koyun / Şafaklar atıyor sevdiğim soyun / Son kadehte yaptın bana bir oyun, diyor Hacı Emmim. Ben yazana kadar bozlak akıyor tabii. Arkasından "Yorma Beni Dünya" çıkacak. İntrodan anladım. Radyoyu radyodan dinlemenin güzellikleri… Tıpkı sevgiyi sevgiliden beklemek gibi bir şey. Ama dünya dinlemez bizi. El aleme rezil de eder, aşk atına süvar olan aşıklardan da eyler, bir günde ölen umutlarımıza uzaktan uzaktan bakmaya mahkum da eder bizi. Kimse kıpırdamasın diye nara attığımıza bakmayın. Nihayetinde bizler karanlığa yumruk sallayanlarız değil mi? Öyledir, öyle bilinir… Bizleri kurguladığını sananlar, geniş kahkahalarıyla öyle zannederken; sarkık bıyıklı istihzalarla kurgu aleyhine cümleler sıktık havaya. Böyle olacağını bilselerdi hiç kurgular mıydı Servantesler? İstihzamızın sırtına yüklediğimiz anlamlardan haberdar olsalardı kalemler köz olur, kâğıtlar buz olurdu elbette. Yaz bakalım yazabilirsen ondan sonra.

Yazanlar oldu. Ucu yanık bir öğseğinin peşinden aşk atına süvar olup yollara düşenler vardı. Hem köz, hem buz. Bizim elden gelenler bizim ellerde gezdiler, bir yurttan çıkıp bir yurda vardılar. İnci kolye gibi dizildiler. İnci kolyemizin durup durmadığını merak ederiz sık sık. Ah - vah edilen günlerdeyiz ne de olsa. Çağa yabancıyız, olana küskün, olacağa bigâneyiz. Toprağın üstünden hoşnut değiliz ya işimiz altıyla. Yeryüzü bir halı olsa, olsa da tutsak, tutsak da kaldırsak, şöyle bir silkelesek göreceğiz: Yaşıyor! Üstü toz duman halının, çer çöp birikmiş her yana. Ama yaşıyor! Yaşıyor! Bir Abdal bozulamasında, bir Bektaşi nefesinde yaşıyor inci taneleri. Ah - vah bize yakışmaz. Gündüz düşen, gece düşleyenleriz ya, deli dervişler girer rüyalarımıza. İşaret ederler yârin yerini. Oturur, başımızca delibozuk mektuplar yazarız bugünden geçmişe, gül danesi pirlerimize. Pirim, yârim, medet!

Mazimiz rüya gibi bir geceydi. Şayet bir muallim gerekse beşere, yol gösteren bizden idi yolunu şaşana… Beşer de bizden, şaşan da bizden. Bir şafaktan bir şafağa / Bir akşamdan bir akşama / Merhaba demeden daha / Bu gitmeler gitme değil, derken; Güzelliğin gerçek değil, diye de ekledik bugünün aşklarına. Azatlık meydanlarında sığamadık bugünlere, hep düne baktık, dünden de düne kaçtık. Kim bilir belki biz gerçekten mazide kaldık. Muallim Beyler çıktı içimizden, biz düne kaçarken bugünün ateşini yaktılar. Güzelliğin gerçek olmadığı yalan çağında, gerçekten yakışıklıydılar. Çok yakıştılar. Kalbimiz çok ağrıdı bizim. Çok acı çektik, çok pişman olduk, çok da hasret çektik. Sonunda, kova kova indirdiler yazıya. Canandan uzak kaldık. Belki de biz hiç kavuşamayandık. Öyle ki birlikte bir fotoğrafımız bile yoktu da; bir âşık, bir maşuk kondurdular başlarımızı yan yana iki ayrı fotoğraftan bir resim olduk çıktık. Oysa kırmızı ayakkabılar giymek isterdik sevgiliye giderken. Sana doğru attığım her adım, ayaklarım ateş, göğsüm boz duman; başım göklere eş demek için. Başımız göklerdeydi, evrenin bilinmeyen bir köşesinde belki. Karanlığın ortasında hatırlanan tek renkle. Pembe ayaklara yaraşan kırmızılarla… Mezarımız olmadı kimimizin, sevgili yoluna şehit dediler. Cismimiz manaya dönüşmeyip madde olarak kalsaydı, belki bir mezar taşı dikerlerdi yüreğimize oturanlarcasına. Olsun, çitlembik ağaçları sahiplendi bizleri. Ziyaret etmek isteyenler serin gölgelerde arasınlar bizi.

Ömrümüz şarkılarda geçti kimileyin. Bir ayrılık, bir yoksulluk, bir de ölüm derken; en çok ayrılık lafından sonra durakladık. Öyle ya ayrılık varsa ölüm niyeydi ki? Sarılmayın dediler sevdiğinize, onlar ölümcüldüler. Sarılmadık. Biz kalıcı mıydık dünyada? Öldük. Ayrılığın sunduğu yoksulluk canı da almıyor muydu? İki resim bıraktık yârin ardından. Biri umuttu, yâr gitti; gönül umudunu unuttu. İkincisi gözden akan pınarları kuruttu. Bir şey gelmedi elimizden ayrılıklara. Oturduk, çöktük, kaldık. Hiçbir şey yapamadık derken en iyi yaptığımız şeyleri de sevgiliye sunmaya çabaladık. Saide sana biraz tanbur çalayım mı, diyenimizin gönlü taksim taksim kırıldı da çatlama sesi bile duymadı kimse. Şehirli baza üzerinde duramayan köylü döşeklerimiz, müslüm sıfatıyla teslim oldu efkâra. Kimisi öyle çok efkârlandı ki, saygıdan baba diye anıldı. Çok seslendik dünyaya. En çok da sevda uğruna. En güzel sesle en güzel seslenendik. Öyle ki sevda uğruna seslenilen sözlerin tadı damağında kaldı duyanların. Çok aradılar bu lezzeti. Tarif edebilenlerin çoğu kapkara bir karadut suyuna benzetti.

Çok yorulduk. Bir anadan dünyaya gelen yolcuyduk, görünce dünyaya gönül verdik. Çok yorulduk. Dünya çok yoruldu bizimle. Bunca mahlûkatın hiçbirinin gülmediği yerde, boz kırların ortasında bir kahve hayal etsek, kırmızı kır kahvesinde uyutsak kâinatı. Bir tahayyül olsa tüm olanlar. Güvercinköyler kursak insanlardan azade. Her güvercine bir ad versek: Hasret, Vuslat, Firkat, Ölüm, Yaralı, Kararsız, Olgun, Merhamet, Huzur… Hepsine birer heybe vursak. Ama ille de hepsine aynı iki yük: Güvercinin bir kanadı adalet olsa, bir kanadı merhamet… Sonra kaçsak oradan deli dizgin, yanımızda dışa bakıp içi gören erenlerle…Uğurlamaya hasretlerimiz gelse…

Beşyüz liralık vatanların derdiyle susarken, Manas'ın yeniden doğumunu bekleriz, Elefteria uğruna, Regrette rien demek zor gelmez bize. Non, je ne regrette rien sevgili! Senin ayrılığın hariç… Ne dersin, Altın Ay'ın mumları vurur mu yüzümüze? Vursa bile, ben bu çağa alışamadım. Ben hasrete Tiryaki, vuslata Deli oldum. Senden önce göçerim sevgili. Atıver çenberin salım üstüne…

Deli