"Eğer memlekette aydınlar varsa onlara halk ağzıyla hitap etmek, bir nev'i hakaret olur ve hiçbir aydın bu basitliği hoş göremez. Memlekette aydın bir zümre yoksa o zaman kime hitap edeceksiniz? Türkiye'deki entelektüel seviyenin nerelerde olduğunu biz de pekâlâ biliyoruz ama biz bu seviyenin hep aynı kalmasının felâket olacağını da biliyoruz. Bütün mesele, onları bu seviye içinde hiç düşünme zahmeti vermeden tatmin etmekse; her şeyin formülünü peşinen veren bir doktrin hazırlayabiliriz; bu bizim için daha kolay bir iş olur. Onlara karşı aynı seviyede veya seviyesizlikte bir başka sistem koymak zor değil; yeter ki insan kendi dışındaki gerçeklere gözlerini ve kulaklarını kapayacak kadar kör, sağır ve vurdumduymaz olsun.Söylediklerimizi anlayan aydınlar varsa bir hizmet yapmış olacağız; eğer böyle bir zümre yoksa yahut yetiştirme imkânı da bulunmuyorsa, Türkiye'ye şimdiden elveda diyelim ve kurtuluş ümidi ile kendimizi aldatmayalım."

Erol GÜNGÖR – Sosyal Meseleler ve Aydınlar

GİRİŞ:

Sanayi İnkılabı öncesinde dünyanın aslında tek bir dünya olmadığı kabulünden bahsedebiliriz. Doğu ve batı medeniyetleri ayrı birer dünyayı tasvir ediyor hatta medeniyetler kendi içlerinde bile dünyacıklara bölünebiliyorlardı. Sanayi İnkılabı ile birlikte bu çoğulcu tavır günümüze kadar tekilleşme süreci yaşamıştır ve elbette bu tekleşmenin başlangıç noktası batı olarak kabul edilebilir. Bu noktada çağdaşlaşma ele alındığında kavramın yeni olarak nitelendirilebilecek ölçüde yakın tarihte ortaya atılmış olması sebebi ile zaman (geçmiş-gelecek kargaşası) açısından bir takım kafa karışıklıklarına neden olmaksızın değerlendirme yapmak önemlidir. İşte Durmuş Hocaoğlu bu özene vurgu yaparak "çağdaşlık, esas itibariyle bir "potansiyel" kavramı ışığı altında bir anlam kazanmaktadır. Çağdaşlaşmak ise alt potansiyelde bulunanın üst potansiyelde bulunanın potansiyeline yükselmesi demektir. Burada dikkatlerden kaçmaması gereken önemli bir husus, çağdaşlaşmak ile kastedilen şeyin düşük potansiyelde bulunanın yüksek potansiyelde bulunan ile potansiyel eşitlemesi, dengelenmesi demek fakat aynîleşmesi, özdeş hâle gelmesi demek değildir." Demektedir [1]. Bu minvalle yazımızın içeriğini, çağdaşlaşmadan entelektüalizme ve nihayet oradan aydınlanmaya giden süreçte Durmuş Hocaoğlu'nun bulunduğu yer ve bu konular üzerine neler düşündüğünün incelemesi oluşturacaktır.

ENTELEKTÜEL VE ENTELEKTÜEL HAYSİYET:

"Aydın, bir ferdin düşünme bakımından sıfatı iken entelektüel, ferdin meslek bakımından sıfatıdır, bu kurala göre bazı aydınlar entelektüel iken bazıları değildir." 

Ali Şariati 

Durmuş Hocaoğlu, entelektüel kavramını en basit hâli ile şöyle açıklamaktadır: "kendi aklı ile düşünen özgür adam". Bir anlamda, demokrasi, refah, huzur, adalet ve bilumum hoşa giden şeyleri yaşayamadığımız şu dünyada özgürlüğünü tırnakları ile kazanabilmiş olan kişi de diyebiliriz. Ancak burada bahsini ettiğimiz özgürlük, içsel bir özgürlüktür.Bir örnekle açıklamak gerekirse; "Entelektüel, Epiktetus'un tabiriyle, köleyi Roma valilerinden daha özgür kılan şeyi, yüreğinde hissetmiş olan kişidir [2]. " 

Kendini, iç dünyasında keşfetmek; kendi aklı ile düşünmek; sadece kendi vicdanına karşı sorumlu olmak, bir entelektüelin olmazsa olmaz özelliklerindendir. Bütün bunların içinde entelektüelin başat niteliği ise akıldır. Çünkü ancak akıl sayesinde kendisi olabilir. Kendi vicdanına karşı sorumlu olabilmesi için kendisinin düşünmesi ve düşünebilmesi için de kendi iç dünyasını keşfetmesi gerekmektedir. Bütün bunları ise sadece aklı ile yapabilir. Bunlara ilaveten sahip olması gereken diğer hasletlerinin başında ise "haysiyetli bir duruşa sahip olması" gelmektedir. Başlık halinde vermek gerekirse; bir entelektüelden bahsettiğimizde aklımıza gelmesi gereken üç kavram şunlar olmalıdır: iç-özgürlük; ifade ve duruş! 

İç özgürlük dediğimiz şey, insanın kendisini ve varlığını keşfetmesini sağlayan düşüncedir. İfadeden kastedilen de düşüncenin somutlaşması yani, sözlere dökülmesi demektir. Zira ifade, bir entelektüelin sadece sözleri değil; sözleriyle, elleriyle, yüreğiyle ve aklıyla ortaya koymuş olduğu bir yapıt, başka bir tabirle entelektüelin eseridir. Bugün Süleymaniye Mimar Sinan'ın ifadesi iken; Süleymaniye'de Bayram Sabahı Yahya Kemal Beyatlı'nın ifadesi, eseri, ruhunun dışa yansımasıdır. 

Bir diğer kavram ise "haysiyetli bir duruş…" Bugün entelektüel dediğimizde başkalarının düşüncelerinden faydalanan ama taklit etmeyen, özgürlük sahibi, ifade sahibi kişidir diyebiliyorsak bunun bağlı bulunduğu zincirin kilit noktasını haysiyetli duruş oluşturur. Çünkü karakterli bir duruş, entelektüelin dik durmasını, düşmeden, yalpalamadan, destek almak zorunda kalmadan yürüyebilmesini sağlayan yegâne unsurdur. Bir anlamda haysiyet, entelektüelin omurgasını oluşturmaktadır. Burada yine Hocaoğlu'nun ifadelerine başvuracak olursak, entelektüel haysiyetinin üç ana bölüme ayrıldığını görmekteyiz. Bunlar: 

"Birincisi, hakikati nasıl gördüğüne inanmakta ise o şekilde ifade etmektir. Fakat bu ifade bazı hallerde mahzur taşıyabilir; onun içindir ki entelektüelin hakikati ifadesi kaba bir 'delikanlılık raconu'ndan farklıdır. Bir entelektüelin yapması câiz olan tek siyaset de budur: Tatbîk edilemeyeni temhîl etmek. Bu ise 'sükût'tur; yâni mahz hakikatin ifadesinin mahzurlu görüldüğü hâllerde ketumiyeti tercih etmek; ama sâdece 'ketûmiyet'i; 'takıyye'yi değil. Zira bazı haller vardır ki hakikat üzerinde konuşmanın yeri değildir; çünkü hakikate zarar verir. Bu durumda, Wittgenstein gibi söylersek: "Üzerine konuşulamayan şey hakkında susmak gerektir."İkincisi, yanılmaz kanaat önderi rolüne soyunmamak ve doğruyu, hakikati asla tekeline almamaktır. Birincisi "Masum İmam" fikrinin, ikincisi de Hakikat İnhisarcılığı'nın reddidir.Ve üçüncüsü de, doğru ve/veya yanlışı bizâtihî doğru ve/veya yanlış olduğu için ifade etmektir; başka hiçbir şey için değil"[2].

AYDIN(LANMA):

"Aydın kuzu gibi olamaz; kurt gibi olmalıdır, sonsuz bir iç hürriyet ile işbâ hâlinde bir yalnız kurt…"

Durmuş HOCOĞLU

Bu yazıda aydın kelimesi, aydın olmak ifadesini temsil eden "ne?" sorusundan ziyade aydın olan kişi ifadesini temsil eden "kim?" sorusuna verilecek olan cevap ile ilişkilendirilmelidir. Dolayısı ile cevap aradığımız soru "aydın nedir?" değil, "aydın kimdir?" olmalıdır.

Atsız'a göre bir ülkenin kurtuluşunda yahut kuruluşunda kilit durumunda olan kişi aydındır ve o, milletlerin kaderlerini, yükselişlerini yahut çöküşlerini aydınların birikimlerinin zenginliğine olduğu kadar üstlendikleri misyonu ne denli eylemleştirebildikleri kabiliyetlerine de bağlı görür [3].

Hocaoğlu'na göre ise "aydın kavramı, çok aşırı iddialı, hatta ukalâca da denebilir; çünkü nurunu başkasından almıyor, bu itibarla, "aydınlanmış, nurlanmış"tan ziyade, kendisi nurun kaynağı veya bizzat nur"dur [4].

Dolayısı ile buradan çıkarılacak sonuç,kişilerin isimlerinin önüne getirdikleri sıfatların/unvanların/rütbelerin onları aydın yapmayacağıdır. Zira bir milletin kurtuluşunda ya da kuruluşunda sadece tek bir gruptan (askeri, siyasi ya da akademik) bahsedemeyiz. Bu nedenle grup ifadesi yerine, aydınların oluşturduğu bir "zümre"den konuşulabilir. Aydın zümresinin teknik ve günümüzde de popüler olan adı "intelijansiya"dır.

Peki, aydın olan kişi, bir unvana/rütbeye/statüye sahip olan kişi demek değilse sokaktaki kişi ile aynı kişidir diyebilir miyiz yoksa aydını diğerlerinden hatta sıklıkla aynı kasıtla kullandığımız bir ifade olan entelektüelden ayıran bir fark var mıdır?

Pekâlâ vardır. Örneğin; entelektüel, belli bir alanda aklını kullanarak ürün ortaya koyan kişidir. Herhangi bir misyon üstlenmeksizin toplumdaki diğer kişilerden farklı olarak zihinsel üretimlerle ilgilenir. Aydının en önemli özelliği ise herhangi bir konu yahut olay ile ilgili eleştiri sunmakla yetinmeyen o eleştiriye yönelik çözüm önerileri de sunma gayesi içinde olan kişi olmasıdır. Donuk ve sabit değildir; ait olduğu toplumla ilgili meseleleri doğru bir şekilde analiz eden, akıl yürüten ve karşısındakine çözüm yolları ile beraber aktarım yapabilme kabiliyeti olan kişidir.

Ali Şariati bu ayrımı şu şekilde yapmaktadır: "Aydının temel misyonu sömürülen topluma siyasal bilinç kazandırmaktır.Aydın, entelektüelden farklı olduğu gibi herhangi bir alanda kendini geliştirmiş olan bilginden de farklıdır. Bilgin, yorum getiren olayları açıklamaya çalışan, bu özellikleriyle insanı rahatlatan bir özelliğe sahiptir. Oysa aydın, problemleri sadece tespit etmez, aynı zamanda nasıl olması gerektiğini söyler ve topluma önderlik eder. Entelektüelleri aydınlardan ayıran önemli özelliklerden birisi de entelektüellerin yaptıkları işi meslek olarak yapmalarıdır. Yazar, şair, din bilgini entelektüel olabilir, ancak aydın değildirler. Aydın, bir ferdin düşünme bakımından sıfatı iken entelektüel, ferdin meslek bakımından sıfatıdır; bu kurala göre bazı aydınlar entelektüel iken bazıları değildir"[5].

Bir diğer konu aydın sokaktaki kişi midir? Hem evet; hem hayır. Toplumu ilgilendiren her konunun aydını da ilgilendiriyor olması ve aynı olumlu-olumsuz sorunlara maruz kalıyor olmaları bakımından aydın da sokaktaki insandır denilebilir. Ancak sıradan vatandaşın olayları, kavramsal olarak anlamlandırıp problemlerin neden kaynaklandığını analiz etme yeteneği yoktur. O sadece yaşamdan tecrübe ettiği bilgiler kadar çıkarım yapabilir; bu tecrübelerin sezileri sayesinde gelecek kaygısı duyabilir ya da duymayabilir ve buna göre planlama yapabilir. Ancak aydının olaylara bakış tarzı herkesten farklıdır.Erol Güngör bu farklılığı şu şekilde ifade eder: "Aydın insan sadece 'sokaktaki adam' tipinin haberdar olmadığı bilgilere sahip olan kimse değildir. Onu halktan ayıran taraf, her şeyden önce bu farklı ve ileri seviyedeki bilgiyi kazanabilecek bir zihnî terbiye ve düşünme metodu kazanmış olmasıdır. O, bir hadise ile karşılaştığı zaman 'bu nedir?' sualini sormaz; çünkü bu suale alacağı cevap onun ancak görüneni anlamak için ihtiyacına cevap verir. Görüneni anlamak için de vasat insandan daha fazla bir zihnî gayret sarf etmeye ihtiyaç yoktur. Aydın, gördüğü şeyler arasında bir sebep-netice münasebeti bulmaya çalışarak halkın dar ve sathî dünyasının ötesinde objektif realiteyi kavramaya uğraşır. Aydın, bu hadiseler karşısında 'niçin?' sualini sorduğu için bizi hâli hazırda yaşamaktan kurtarır ve gelecek hakkında sağlam bir tahmin kazandırır[6]."

Ayrıca bahsi geçen sıfatların sadece o kişilerin ilgilendikleri konulardaki uzmanlıklarını tarif eden terimler olduğu da açıktır. Ancak buna rağmen, özellikle de ülkemizde, isim tamlamalarının aydın olan kişi ile eşit manaya geldiği düşünülmektedir. Bu ise büyük bir yanılgıdır.Çünkü bu intelijansiyaya dâhil olan aydınlar, bir milletin var oluşu noktasında ontolojik bir öneme sahiptirler. Dolayısıyla, tüm rütbelerden, sıfatlardan ve unvanlardan daha önemli ve de değerlidirler. Yalnız ne yazık ki hepsi için geçerli olmasa da bazılarının iki olumsuz niteliğe sahip olma olasılıkları da yüksektir: "İhânet" ve "yabancılaşma".

Yabancılaşmadan kasıt sosyolojik bir yabancılaşmadır. Mensup olduğu milletten, tüm değerlerinden, bütün gruplardan… Bunun sebebi olarak yine Hocaoğlu'nun öngörüsü şu şekildedir: "Hemen her şeyin merkezine kendisini kor, aydın; bu yüzden de "benci"dir, hatta daha fazlası, "bencil"; "ene"si kabarıktır, enâniyeti taşkın [7]". Bu da hiçbir şeyi beğenmeme duygusu ile istatistiki tabirle normalden sapma göstererek yabancılaşmaya, bir uç değer olmaya sebebiyet verebilmektedir.

İhanet ise belli sebeplerle gerçek olandan uzaklaşmak denilebilir ki "bu neden ihanet olsun; belki fikir değişikliğidir", dediğinizi duyar gibiyim. İlk bakışta öyle olabilir ancak bir aydının en büyük özelliklerinden biri herkesten ve her şeyden bağımız olarak gerçeğin peşinden koşmasıdır. Dolayısıyla kişisel bahaneler uydurarak, belki sermayenin esiri olarak, belki siyasete atılarak –ki siyaset, bir aydın için "aydınlığını" çekip vurması demektir.- , belki de kişisel çıkarlarının ve güdülerinin peşinden giderek vs. gerçeği değiştiren aydın(!), esasen gerçeğe ihanet etmiş olur.

SONUÇ:

"Aydın olmak için önce insan olmak lâzım." 

Cemil MERİÇ 

Peki, bütün bu tanımlamalar ve nitelemeler ışığında Durmuş HOCAOĞLU nerede bulunmaktadır? 

Dikkat edilecek olursa yukarıda gerek tanımları, gerek nitelikleri ve gerekse olumsuz yanları ile resmedilmeye çalışılan entelektüel ve aydın kişiliklerinin temelde "niçin" önemli olduğunun cevabı, ait oldukları toplumu, ta başta ifade edilen şekliyle "yüksek potansiyele sahip olanın potansiyeline" aynîleştirmeden çıkartma çabasıdır. Bu anlamda aydını, yazımızın muhtevası bakımından da Durmuş HOCAOĞLU'nu toplumsal ve özelde milliyetçi açıdan değerlendirmek gerekir. 

Cemil MERİÇ: "Aydın olmak için önce insan olmak lâzım. İnsan mukaddesi olandır. İnsan hırlaşmaz, konuşur; maruz kalmaz, seçer. Aydın kendi kafasıyla düşünen, kendi gönlüyle hisseden kişi. Aydını yapan; 'uyanık bir şuur, tetikte bir dikkat ve hakikatin bütününü kucaklamaya çalışan bir tecessüstür." der [8]. İşte Hocaoğlu da bu tanımlamanın ete kemiğe bürünmüş hâlidir. Dedik ya; bir entelektüel, aydın olabilirken, aydın olan kişi entelektüel olmak zorunda değildir, diye… Durmuş Hocaoğlu, hem aydındır hem de entelektüel. Çünkü her ikisinin özelliklerini bünyesinde barındıran bir kişiliktir. Türkiye'ye ve Türk Milliyetçiliği'ne tartışmasız ve sınırsız saldırıların alıp başını gittiği zamanlarda bile hiçbir korku ve çekinceye kapılmadan bu saldırılara göğüs gerebilmesi ve bununla da kalmayıp öz-eleştiriler de yapabilmesi onun bu kimliklere sahip olmasında önemli bir ayrıntıdır. 

Hocaoğlu'nun yazı hayatına geç başladığını bilmekteyiz. Hatta akademik hayatında dâhi, günümüzde "bak bak bak…" diye başlayan eğlence içerikli cümleler kurarak el ovuşturan "ilim adamları"na bir mutluluk vesilesi olmak pahasına sekteler olduğunu da biliyoruz. Ancak, bütün hayatını ideallerine adamış, yalpalamamak için özen göstermiş bir entelektüel-aydının özgeçmişinin "çalışmalar ve başarılar" bölümünde neler yazdığından ziyade kişilerin zihinlerindeki kilitli kapılara nasıl anahtar olduğunu konuşmak gerekir. Doğrusu bunu kendisi de böyle belirtir: "Bana tevcih edilen en baş tenkid, okunurluğumun az olacağı idi; ancak, benim istediğim, çok okunmak değil; okuyucunun zihin egzersizlerinin ve entelektüel kabiliyetlerinin gelişmesine katkıda bulunmaktı." 

O bu kadar tevazu içindeyken bile -esasen bana göre müthiş bir enâniyet halindeyken tam da bir aydına yakışır cinsten- günümüz aydınları(!) gibi toplumsal sorunlardan birine "ver; kurtul" diyecek kadar sığ bir zihin yapısı yoktu. O su geçirmez enâniyeti bile bir aydının aslında yegâne görevi olan toplumsal sorunları çözümleme kabiliyetinin kör noktasını oluşturmamaktaydı. O sorunları geçmişten bugüne değerlendir; olaylara milletin içinden bakarken değerlendirmelerini toplumdan soyutlanarak yapardı. Örneğin; "Bu topraklar bizim. Türkler geldikleri yere, Orta Asya'ya dönsünler." Derken kendilerini aydın olarak tanımlayan kişilere şu cevabı vermiştir: 

"1. Biz Türkler, bu toprakları Kürtlerden ya da bir başkasından değil; Doğu Roma İmparatorluğu'ndan bilek gücü ile aldık ve muhteşem Malazgirt'ten kısa bir müddet sonra Haçlı Seferleri le birlikte de bütün dünyaya "Türkiye" olarak tanıttık. U müarek topraklar, bin yıldır, dost-düşman herkes tarafından bu adla anılır: Türkiye! Bilinmelidir ki bundan sonra da yine bu adla anılacaktır, ilelebet: Türkiye! 

2. Bu topraklar yani, biz Türkler'in anamızın ak sütü gibi 'helal vatanımız' Türkiye'yi elimizden almak isteyenler çok oldu; her defasında faturasını sonuna kadar ödedik ve buraları bizden koparmak isteyenleri bu toprağa gömdük. 

3. Binaenaleyh, hiç ama hiç kimsenin bir kere daha böyle bir çılgınlığı tecrübe etmesini tavsiye etmeyiz" [9]

Ez-cümle; Bu ülkede 'yabancılaşma' ve 'ihanet' hastalıklarına yakalandıklarını tahmin ettiğimiz ve isimlerinin önünde kendilerini tamladıklarına inandıkları sıfatları sayesinde aydın olduklarını zanneden kişilerin esasta çözmeleri gereken konu, kendi meseleleri olan "aydın meselesi"dir.Aydınlar, kendi problemlerinin çözümü için matafiziksel olarak bir ilhâm mı yoksa esrarengiz bir sihirli değnek mi beklemektedirler? Onları, sıradan vatandaş olmaktan ayıran şey, okuma-yazma bilmeleri mi, Kaf Dağı'na sakladıkları kıl alınmaz burunları mı, bırakın ait oldukları toplumu, dünyadan izole ettikleri yaşantıları mı, kazandıkları bol sıfırlı ama sıfır karakterli paraları mı yoksa tek dişi bile kalmayan medeniyetlerin çocukları olmaları mıdır?

Günümüz aydınları bunu tartışa yahut tartışmaya dursun; esasen sorunun cevabını yıllar öncesinde yine Hocaoğlu vermekte: "Gerek bireysel bağlamda ve gerekse de toplumsal bağlamda 'her hangi bir şey olmak' için öncelikle 'var-olan bir şey' olmak, kaçınılmaz bir zarurettir" [10].

KAYNAKÇA
  1. Hocaoğlu, D., (1992), Çağdaşlık, Çağdaşlaşmak ve Modernleşmek, Yeni Toplum Dergisi, İstanbul, s.71-85.
  2. Hocaoğlu, D., (2000), Entelektüel ve Entelektüel Haysiyeti, Muhalif Dergisi, s. 11. 
  3. Atsız, H. Nihal., (1992), Makaleler 3, Baysan Yayınları, İstanbul. 
  4. Hocaoğlu, D., (2008), "Aydın" Üzerine Bir Potpuri, Yeniçağ Gazetesi, s. 08. 
  5. Şariati, A., (2009), Ne Yapmalı?, Fecr Yayınevi, Ankara. 
  6. Güngör, E., (2011), Sosyal Meseleler ve Aydınlar, Ötüken Neşriyat, 
  7. Baskı, Ankara, s.297-301. 7. Hocaoğlu, D., (2008), Bir "Müstemleke Aydını" Hastalığı: "Yabânîleşme", Yeniçağ Gazetesi, s. 08.
  8. Meriç, C., (2004), Kırk Ambar, İletişim Yayıncılık, İstanbul, s.287-288.
  9. Şafak, C., (2011), Durmuş Hocaoğlu'nun Türkiye Analizi ve Büyük Güçlerin Son Maçına Çıktığı Topraklar, İkbal Vurucu ve Mustafa Yiğit (Ed.), Kamu Ruhu: Postmodern Kimliksizliğe Karşı Duruşlar, Palet Yayınları, Konya, s. 15-29. 
  10. Hocaoğlu, D., (1998), Milli Mutabakat Çerçevesinde Sünnilik ve Alevilik, Köprü Dergisi, s.62.

NOT:
BU YAZIYI VE DAHA FAZLASINI OKUYABİLMEK VE DERGİYİ BİLGİSAYARINIZA İNDİREBİLMEK İÇİN AŞAĞIDAKİ BAĞLANTIYI TIKLAYINIZ.