1987 senesiydi galiba, Malatya'ya evlenmiş halama eşlik etmiştim, dönüşte ilk defa kendi başıma şehirler arası seyahat edecektim.

Neresiydi tam hatırlamıyorum, uzun İstanbul yolculuğu öncesi karnımı doyurayım dedim. Bir esnaf lokantası benzeri yere girdim. Ne var diye sordum? Adamlar sadece kavurma satıyorlarmış. Tamamdır dedim bir porsiyon alabilir miyim?

Biraz sonra, çeşit çeşit mezeler eşliğinde koca bir tabak saç kavurma geldi, garnitür olarak yanında devasa bir bulgur kümesi.

Ben şüphelendim bir porsiyon mu bu dedim, yanlışlık olmasın? "Evet dediler bir porsiyon".

14 yaşındaki halimde şimdi olduğumun aynısıydı. Bir güzel o olağanüstü lezzetli saç kavurmayı, garnitürlerle beraber yedim. Buz gibi ayranı içtim...

Gelecek hesabı pek umursamıyordum. Yanıma benim açımdan küçük bir servet olacak kadar harçlık koymuşlardı.

Hesabı istedim. Ben yediklerime nazaran okkalı bir adisyon beklerken, Şöyle kıyaslamasını yapayım, Aşağı yukarı, İstanbul'da yiyeceğim bir hamburger parası civarı hesap gelmişti... Resmen, alanen Anadolu, bir İstanbul'lu için bedavaydı.

Bu yazıyı okuyanların bir zamanların Anadolusu'nun, İstanbul'a nazaran göreceli fiyat düşüklüğüne benim gibi şahitlik edeceklerine eminim.

Peki ya, şimdi ne oldu? Olağanüstü pahalı olduğuna cümle alemin, maaşını dolarla alan adamın bile şahitlik ettiği İstanbul fiyatlarına, Anadolu neredeyse yaklaştı...

Bu fiyat eşitlenmesi sadece restoranlara has değil, konut fiyatları hariç hemen her alanda kendisini gösteriyor: Aşağı yukarı herkes, herşeyi aynı fiyatlara satın alıyor.

TÜİK'i il bazında hazırladığı satın alma endekslerinde bu trend izlenebilir.

Sorulacak soru şu: Ne oldu da Anadolu ve İstanbul fiyatları arasında fiyat benzeşmesi ve hatta eşitlenmesi yaşıyoruz?

Sebebi gayet basit: Üretim yok. İstanbul eskiden Anadolu'dan bu malları temin ederken, Anadolu üretici, İstanbul pazarken şimdi bütün Türkiye ithalatçı.

Nohut, bakliyat, ayçiçek yağı hadi bunları geçtik... Buğdayın evcilleştirildiği, 15 bin yıldır buğday yetiştirilen bu topraklara buğday ithal ediyoruz. Badem'in, ceviz'in ata yurduna Arjantin'den badem, Amerika'dan ceviz geliyor... Kuruyemişçide satılıyor...

Göçebe olarak hayvan yetiştirmiş, binlerce koyunluk sürüleriyle gezerek Asya'yı baştan başa feth etmiş ecdadın evlatları, her sene 600 bin ton et ithal ediyor.

Halen ziraii üretimin olduğu Adana bölgesinde nispeten fiyatlar ucuz. Buna mukabil hemen her yerde en temel ihtiyacımız olan gıda, ithalat gücümüze bağlı. Mevcut zirai üretimin, yabancı tohumdan tutun, kullanılan enerji, alet ve makineye kadar ne kadar ithalata bağımlı olduğundan bahsetmiyorum bile...

Kısacası, Ne kadar "dolarımız" varsa o kadar karnımız doyacak.

Bu manada, Atanmış başbakan Binali Yıldırım'ın "Dolarsa dolar, dolmazsa dolmaz" lafı bir zevzeklik değil aslında Türkiye'nin geldiği feci durumun bir ifadesidir.

Neredeyse Osmanlı'nın son yüzyılındaki gibi dışarıya bağımlıyız. Katma değer üretemiyoruz diye hayıflanırken, ithalatsız hiç bir şey üretemez duruma geldik. Karnımızı bile ithal malla doyuruyoruz.

Türkiye'yi ecnebilerin açıkça iktisadi vesayetlerine sokanlar şimdi sözüm ona alayına meydan okuyorlar.

Türk milletine bu ihanetin müsebbibleri, cebren ve hile ile şimdi sonsuza kadar müstebit yönetme hakkı istiyorlar. Bu zelil duruma direnenleri ise "Hayır diyenler teröristtir" yaftalamasıyla baskı altına almaya çalışıyorlar.

Fakat kimse unutmasın, hele bir ismi olan, ismi Türk olan "bu" milletin çocukları hiç unutmasın: Bizim yüzyıl önce dünyaya hakikaten meydan okuyan bir sesimiz var ve o ses hala yankılanıyor...

Bağımsızlık bizim karakterimizdir.

Halil Ibrahim Bayrakçı