Yolda yürüyorum. Gideceğim yer epey uzak fakat hava güzel. Ben ise yürümekten kendimi alamıyorum.  Havada matem var, belli. Durgunluk sinir bozucu şekilde doğaya ve insanlara hakim. Doğayı anlarım, çünkü kış yaklaşıyor. Fakat insanları anlayamıyorum. Bu durgunluğu insanoğluna yakıştıramıyorum. Özellikle bu kanla beslenmeye alışmış topraklara…

Doğa kendini her sene yenileyen bir düzene sahip olduğundan durgunluğunu atması kolay oluyor. İnsanoğlu böyle mi? Taşıdığı pisliği bin sene bile devaam ettirecek bir alışkanlığa sahip. En ilkel canlı türlerinden olan mikroplar ve virüsler şartlara göre kendini dizayn ederken, biz, yani insan dediğimiz eşref-i mahlukat kendini değiştirene kadar kaç tane can alıyor?

Adımlarımı hızlandırmışım. Farkında bile değildim. Kendi kendime kızıp taşlarla parçalanmış yolu dengemi anlık anlık kaybederek yürümeye başlamışım. Olsun mühim değil. Düşmemek önemli olan. Kafayı gözü yarmamak.

Bir vakit bir şey düşünmeden ilerledikten sonra kafama bir balyoz çakılıyor. Gerçekten vursa biri, beynimde bu kadar yankı uyandırmayabilirdi. O an gerçeğini tercih edebilirdim. Kafaya dank etme abartısını ilk kez bu kadar derinden anlıyorum. Üzgünlük ve bıkkınlık çökmeye başlıyor. Adımların daha demin ne kadar hızlanmışsa şimdi de o kadar yavaşlıyor. Yürüyemeyecekmiş gibi hissediyorum. Yürümeye yine de devam ediyorum. Fakat adımlar eskisi gibi kararlı değil. Yere resmen sağlam basamıyorum. Çünkü bir zihin devrimi yaşadım. Zihnim allak bullak oldu. Ezberlediğim bir metni okurken ve aralarda insanoğluna düşünsel bazda saldırırken neden böyle oldu ki? Her zaman bildiğim ve her zaman yaptığım şey. Gaza geldiğimde, belirli gün ve hafta zımbırtılarında okumayı alışkanlık edinmiştim. Çok iyi tandığımı düşündüğüm birinin metnini okurken böyle olması daha da tuhaf. Neyi farkedememiştim ki? Ters düz oldum ve ben hala yürüyorum. Artık adımların yavaşlığı ya kararlılığı umrumda değil. Sadece yürüyorum. Boşlukta debelenir gibi…

Aklıma takılan ve beni tepetaklak eden cümleyi tekrar okumak istiyorum. Zihnimde geriye doğru gidiyorum. Neydi o cümleler? Neydi o kelimeler? Üstelik eski dildeler. Fakat anlıyorum. Bir süredir anlıyordum yani. Ya da anlıyormuş gibi yapıyordum bilmiyorum. Aman Allah'ım hala hatırlayamadım! Daha demin sular seller gibi akarak söylüyordum. Beni bu kadar bilişsel dengesizliğe uğratan bu satırlar nereye kayboldu? Dengesizlik yüzüne oldu demek ki. İlk kez o satırları farkında olarak tekrar okuyacağım, o cümleleri bir çırpıda ağzımdan çıkaracağım bunu biliyorum. Bu his içimde üç adım önce belirdi. Nasıl olsa binlerce adımım daha var. Bilmem kaç kez daha bu satırları okuyabilirim. Sahi neydi, hala hatırlayamadım.

İnanamıyorum kendime! Neden bu kadar uzun sürdü ki? Aklıma birkaç kelime geliyor ama cümleleri kestiremiyorum :

" Vazifen, Mevcudiyet, İstiklal, Bedhah, Müdafaa…"

Hah, sanki biraz hatırlıyor gibiyim :

" İstikbalde dahi seni bu hazineden…"

Kesildim yine. Neydi ki gerisi? Mahrumluk mu vardı? Düşmanlık mı vardı? Durdum. Bu satırları hatırlamadan bir adım daha atmayacaktım. Ani duruşumu gören biri bana tuhaf tuhaf baktı. Ona aldırmadım. Tekrar derinden düşünmeye başladım. Sanırım cümleyi tamamlayabilecektim.

" İstikbalde dahi seni bu hazineden mahrum etmek isteyecek dahili ve harici bedhahların olacak. Bir gün istiklal ve cumhuriyeti…"

Of. Yine kesildim. Bilişsel dengesizliğim niye uzun soluklu oldu ki? Tam adım atmaya hazırlanmıştım oysaki. Parçalanmış yolun ortasında beklerken yanımdan iki araba ve bir tane de vatandaş geçmişti. İlerlemeliyim ama zihinsel olarak. Adım nasıl olsa atılır.

Ne kadar daha düşündüğümü şu an hatırlamıyorum. Fakat beni o derinden sarsan, beni kendimden ve adımlarımdan eden, bilişsel dengesizliğe yol açan o satırları gayet iyi hatırlamıştım. Bu sefer vurgulu ve anlamlı okuyordum. Gayet de hararetli bir hale gelmiştim. Adımlarım artık sık ve düzgündü. İçimde buruk bir sevinç de belirmişti. Yolun ortasından kenara doğru geçmiştim ve büyük bir heyecanla söylüyordum :

"İstikbalde dahi seni bu hazineden mahrum etmek isteyecek dahili ve harici bedhahların olacakır. Bir gün, istiklal ve cumhuriyeti müdafaa mecburiyetine düşersen, vazifeye atılmak için, içinde bulunduğun imkan ve şeraiti düşünmeyeceksin. Bu imkan ve şerait çok namüsait bir mahiyette tezahür edebilir. İstiklal ve cumhuriyetine kastedecek düşmanlar , bütün dünyada emsali görülmemiş bir galibetin mümessili olabilirler. Cebren ve hile ile aziz vatanın bütün kaleleri zaptedilmiş, bütün tersanelerine girilmiş, bütün orduları dağıtılmış ve memleketin her köşesi bilfiil işgal edilmiş olabilir. Bütün bu şeraitten daha elim ve daha vahim olmak üzere, memleketin dahilinde, iktidara sahip olanlar gaflet, dalalet ve hatta hıyanet içinde bulunabilirler. Hatta bu iktidar sahipleri şahsi menfaatlerini müstevlilerin siyasi emelleriyle tevhit edebilirler. Millet, fakr ü zaruret içinde harap ve bitap düşmüş olabilir…"

Bir gurur kaplamıştı bedenimi. Zaten var olan bir şeyi keşfetmek ne kadar gurur verirse o kadar gururlanmıştım. Türkiye'de bu cümlelerin anlamını ilk kez ben keşfetmemiştim belki ama ben ilk kez okduğumu bu kadar iyi anlamıştım. Dahili ve harici bedhahlar uzun zamandan beri kuşatıyordu ülkemizi. Çareler, ümitler, beklentiler ya bir kişinin, ya bir partinin, ya da bir kıvılcımın etrafında toplanmaya çalışıyordu. Hiçbiri bir sonuç vermiyordu. Çünkü hepsi bir süre sonra çıkar ilişkisi ağına düşüyordu. Sanırım geleceğimizi ve cumhuriyetimizi savunma derdi tekrar gelip çatmıştı. Üstelik bu sınavı başarı ile vermiş biri bize 89 yıl öncesinden sesleniyordu. Ne olursa olsun, hangi şartlarda olursan ol vazifeye atılmak için bekleme! Beklersen yapamazsın diyordu. Ah be! Nasıl anlamamıştım ki bugüne kadar? Şikayet etmekten bıkmıştm.Üstelik uzun zamandan beri bıkmıştım.

Adımlarım hızını da kesmişti. Yavaş da değildim. Normal ve belli bir mesafeye sahip adımlar atmaya başlamıştım. Dik yürüdüğümü de hissediyordum. Eve epey yaklaşmışım. Uzaktan evimi seçer hale gelmiştim. Eve girmeden önce bu metni tamamlamalıyım diye düşündüm. Metne başlarken biraz heyecanlı ve sesli başlamış olmalıyım ki yanımdan geçen yaşlı ve huysuz bir amca dövercesine baktı. Gülmek geldi içimden ama gülmedim. Devam ediyordum :

"Ey Türk İstikbalinin evladı!

İşte bu ahval ve şerait içinde dahi vazifen Türk İstiklal ve Cumhuriyetini kurtarmaktır. Muhtaç olduğun kudret, damarlarındaki asil kanda mevcuttur! "

Yani adam burada demek istiyor ki :

"Ben faniyim. Toprak olacağım. Toprağa karıştıktan sonra gün gelecek o benzersiz düşmanlar kapımıza gelip yanaşacaklardır. Bizleri avuç içine almak isteyecekler. Belki de başaracaklar. Başarsalar dahi oturduğun yerden izlemeyecek ve kurtarıcı beklemeyeceksin.Kurtuluş çareleri arayacak ve bunun için yorulmayacaksın, şikayet etmeyeceksin, küsmeyeceksin. Çünkü burası senin yurdun! Bağımsızlığını ve geleceğini kurtarmak için durmadan gerçek olanından peşinden gideceksin. Çünkü bu daha önce de yaptığın ve başardığın bir durum. Daha önce de kurtarmakta kendini, muktedirdin. Şimdi ve daha sonra olmaması için hiçbir sebep yok ki! Çünkü bu kendi kendini kurtaran, kendini kendini tayin eden yüreğin, akan kanında var!"

Artık eve giriyorum. Artık benim için dünya eskisi gibi değil. Artık içimde bir esenlik var. Artık ne yapacağımı bilmesem de nasıl yapacağımı biliyorum! Artık benim için 11 KASIM!