Bugünlerde "onların doları varsa, bizim de Allah'ımız var" tartışmaları aldı, yürüdü. Bu argüman ve bu argümana karşı çıkışlar yeni değil. Osmanlı'nın sonunda da "Allah'ımız var bizim, tevekkül edelim" deniliyordu. O günlerde Mehmet Âkif (Ersoy) 

"'Kadermiş!' Öyle mi? Hâşâ, bu söz değil doğru:
Belânı istedin, Allah da verdi... doğrusu bu." 

diye başlıyor 

"Bütün o işleri rabbim görür; vazîfesidir...
Yükün hafifledi... Sen şimdi doğru kahveye gir!" 

diyordu. Sorunu "'Çalış!' dedikçe şeriat, çalışmadın, durdun" diye tahlil ediyordu. (Şiirin tamamını aşağıya ekleyeceğim.)

Aradan geçen bir yüzyıla rağmen millî düşüncemizde -görülüyor ki- değişen pek bir şey olmamış. Hâlâ yüz sene evvelki ile aynı muhasebeyi görüyoruz. Çalışmayıp, vazifemizi yapmayıp; "Hudâ'yı kendine kul yaptı, kendi oldu Hudâ" vaziyetinde Rabb'e politika buyuruyoruz. Böyle bir adetullah (Allah'ın adeti) var mı?

Böyle bir adetullah olmadığının en büyük kanıtı Muhammed Peygamber Uhud savaşıdır. Cenab-ı Hakk içerisinde peygamberin dahi bulunduğu bir inanmış topluluğa yenilgi yaşatabiliyor. Hâl böyle iken biz neye güveniyoruz? Muhammed Peygamber'e yenilgiyi yaşatan Rabb, Muhammed peygamber için sünnetullahı (Allah'ın sünneti/kaidesi) değiştirmeyen Rabb bizim için bu sünnetini değiştirir mi?

Bu soruya "değiştirir" yahut "değiştirmez" demek kanaatimce mü'mince bir tavır olmaz. Her ikisi de Allah'ı eşit derecede icbar etmek olur. Tanrı bize yardıma koşmaya, "emirlerimizi icra etmeye" de mecbur değildir; kendi âdetinin gerekleriyle de… Onu bizim dualarımız da, kendi sünneti de sınırlayamaz. Peki, buradan ne çıkar?

"İşte siz böyle insanlarsınız! Hakkında biraz bilginiz olan şeyde çekişmeye girdiniz. Peki, hakkında hiçbir bilginiz olmayan şeyde neden tartışmaya giriyorsunuz? Allah bilir ama siz bilmezsiniz." (3:66) diyordu. Immanuel Kant da aynı doğrultuda "insan görüneni(fenomeni) konuşmalı, görünmeyende(numen) susmalı" diyor. Görünen(fenomen) Allah'ın işlerinde belirli bir kaideyi(sünneti) uyguladığıdır. Bu kaideler neden-sonuç ilişkileriyle birbirine bağlı, gayet öngörülebilir, düzenli yasalardır. Bu yasaların değiştiğine, Allah'ın sünnetini değiştirdiğine şahit olmamaktayız. Su her gün aynı derecede kaynar. Güneş her gün aynı yönden doğar. Havaya atılan nesneler her zaman yere düşer. Bunun gibi çalışan, mücadele eden, üreten milletler yükselir, gelişir ve muvaffak olur; çalışmayan, üretmeyen, yan gelip yatan milletler perişan olur. Tarih bunun örnekleriyle doludur. Tarihin gösterdiği (fenomenolojisi) Allah'ı icbar etmekle bir memleketin muvaffak olamayacağıdır.

Öyleyse bu lâf-u güzaftan vazgeçmeli… Dahası "Ey insanlar, Allah'ın vaadi haktır! O halde iğreti dünya hayatı sizi sakın aldatmasın! O yaman aldatıcı, o çok gururlu, sizi sakın Allah ile aldatmasın!" (35/5) Birilerinin bizi "Allah ile aldatmasına" izin vermeden, Allah'ın sünnetine boyun eğerek gereğini yerine getirmek, zannediyorum ki gerçek iman böyle oluyor. Tanrı bize bunun dersini vermek için peygamberini mağlubiyet ile imtihan etti. Çalışana Uhud, çalışmayana Bedir; sünnetullahın fenomenolojisi budur.

(Not: Yukarıda meali verilen ayetler Yaşar Nuri Öztürk'ün mealinden iktibas edilmiştir.)

(Not 2: Bu yazı 12 Ağustos 2018'de yazılmış olup o gün elektrik kesintisi sebebiyle taslak olarak kaldığından Tahtapod.com'da ancak 17 Ağustos 2018 tarihinde paylaşılabilmiştir.)

(Not 3: Âkif'in mezkûr şiirini paylaşıyorum:

!!O ihtişâmı elinden niçin bıraktın da,
Bugün yatıp duruyorsun ayaklar altında?

"Kadermiş!" Öyle mi? Hâşâ, bu söz değil doğru:
Belânı istedin, Allah da verdi... doğrusu bu.

Talep nasılsa, tabîî, netîce öyle çıkar,
Meşiyyetin sana zulmetmek ihtimâli mi var?

"Çalış!" dedikçe şeriat, çalışmadın, durdun,
Onun hesâbına birçok hurâfe uydurdun!

Sonunda bir de "tevekkül" sokuşturup araya,
Zavallı dîni çevirdin onunla maskaraya!

Bırak çalışmayı, emret oturduğun yerden,
Yorulma, öyle ya, Mevlâ ecîr-i hâsın iken!

Yazıp sabahleyin evden çıkarken işlerini,
Birer birer oku tekmîl edince defterini;

Bütün o işleri rabbim görür; vazîfesidir...
Yükün hafifledi... Sen şimdi doğru kahveye gir!

Çoluk çocuk sürünürmüş sonunda aç kalarak...
Hudâ vekîl-i umûrun değil mi? Keyfine bak!

Onun hazîne-i in'âmı kendi veznendir!
Havâle et ne kadar masrafın olursa... Verir!

Silâhı kullanan Allah, hudûdu bekleyen O;
Levâzımın bitivermiş, değil mi? Ekleyen O!

Çekip kumandası altında ordu ordu melek,
Senin hesâbına küffârı hâk-sâr edecek!

Başın sıkıldı mı, kâfî senin o nazlı sesin:
"Yetiş!" de, kendisi gelsin, ya Hızr'ı göndersin!

Evinde hastalanan varsa, borcudur: bakacak;
Şifâ hazînesi derhal oluk oluk akacak.

Demek ki: her şeyin Allah... Yanaşman, ırgadın o;
Çoluk çocuk O'na âid; lalan, bacın, dadın O;

Vekîl-i harcın O; kâhyan, müdîr-i veznen O;
Alış seninse de, mesûl olan verişten O;

Denizde cenk olacakmış... Gemin O, kaptanın O;
Ya ordu lâzım imiş... Askerin, kumandanın O;

Köyün yasakçısı; şehrin de baş muhassılı O;
Tabîb-i âile, eczâcı... Hepsi hâsılı o.

Ya sen nesin? Mütevekkil! Yutulmaz artık bu!
Biraz da saygı gerektir... Ne saygısızlık bu!

Hudâ'yı kendine kul yaptı, kendi oldu Hudâ;
Utanmadan da tevekkül diyor bu cürete... Ha?

(İktibasın kaynağı: http://www.siirparki.com/akif19.html))