Her insanın varoluşa yönelik taşıdığı anlama ihtiyacı, tarih kütüphanelerindeki kitaplarda saklıdır. Tarih ilminin bu esrarlı kitapları insanın önüne birçok olgu çıkarmaktadır. Çıkan bu olgular, insanların ilerlemesinde birer basamaktır. Misal, toplum bir olgudur. O nedenle toplumun yapısına ve işleyişine dikkat edilmelidir. Toplumu meydana getiren her ferdin, üstüne düşen sorumluluğu yerine getirmesi gerekmektedir. Bu sorumluluklar kapsamında bir yurttaş, parçası olduğu toplumun gündemini takip etmeli ve gündem başlıklarını neden-sonuç zincirinde faydacı (pragmatist) bir duyarlılıkla değerlendirmelidir. Yurttaşların değerlendirmelerinin bütünüyle oluşacak kamuoyu ile de toplum hareket etmelidir. Olması gereken budur. Ancak günümüz Türkiyesinde bu basit yurttaşlık görevini yerine getirmek dahi mümkün değildir. Çünkü günümüz Türkiyesinde yaşanan olaylara akıl sır erdirmek imkansızdır. Olmaması gereken, olmayacak şeyler olmakta ve işin ilginci tüm bu olan olağanüstülükler olağan olarak görülmektedir.

Bu saçmalığı anlayabilmek için yine tarih yaprakları karıştırıldığında, insanlık tarihinde bazı toplumların bazı zamanlar da bir akıl tutulmasına yakalandığı görülür. Misal, ondokuzuncu yüzyılın Alman uygarlığı yirminci yüzyılın ikinci çeyreğinde bir akıl tutulması (Nazizm) yaşayarak kendini bir yokoluşun, insanlığı da bir yıkımın eşiğine getirdi. Şu anki haliyle gerçeküstücü (sürrealist) bir tablo görünümü sunan güzide yurdumuz Türkiye'de, görünen o ki, bir akıl tutulmasına yakalanmış durumda. Yoksa tüm bu saçmalıkları (absürdizmi) açıklamanın bir izahı olamaz. Belirli kesintilere rağmen yetmiş iki yıldır kazanılmaya çalışılan demokrasi kültürünün tek 'kazanımı' da, toplumca her on beş yılda bir, nöbet gibi yakalandığımız bu akıl tutulması görünüyor.

Günümüz Türkiyesinin akıl tutulmasına sayısız örnek verilebilir. Lakin gündem de olan bir başlık üzerinden gitmek hem başlığın anlaşılması hem de gündemin değerlendirilmesi açısından daha faydalı olacaktır.

Bilindiği üzere yurttaşlarımızdan oy kullananlarının yarısından fazlasının oylarıyla seçilen Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, geçtiğimiz hafta içerisinde yaptığı sayısız açıklamaların birinde Suriye'nin kuzeydoğusuna yönelik kapsamlı bir askeri harekatın yapılacağını ifade etti. Yine birkaç gün önce Amerika Birleşik Devletleri (ABD) Devlet Başkanı Donald W. Trump, ABD'nin 2013 yılından itibaren Suriye İç Savaşında yakın müttefiği olan Kürt Terör Örgütü PYD-YPG'ye olan desteğini kestiğini ve ABD askerlerinin Suriyeden çekileceğini açıkladı. Böylelikle, bu yıl başından itibaren Türkiye'nin Suriye'nin kuzeydoğusuna yönelik düşündüğü askeri harekatın önündeki en büyük engel kalkmış oldu.

Görünen o ki, Türkiye, yeni yıla sınırötesi bir harekatla girecek.

2010-11 yılından bugüne Erdoğan'ın Suriye konusunda ifade ettiği tek doğru söylem, Suriye İç Savaşı'nın Türkiye'nin bir iç meselesi olduğudur. Evet, Suriye İç Savaşı Türkiye'nin bir iç meselesidir. Çünkü bir ülkenin huzur ve güvenliği yalnızca o ülkenin siyasi sınırlarıyla başlamaz. Bir ülkenin huzur ve güvenliği bulunduğu coğrafi sınırlardan başlar. Bu nedenle Türkiye'nin güvenlik sınırı, Tuna Nehrinden Hazar Denizine, Karadenizden Aden Körfezine değin uzanmaktadır. Tabii olarak da Türkiye'nin bu coğrafyada meydana gelen olayları takip etmesi ve gerekli gördüğü takdirde taraf veya müdahil olması anlaşılırdır. Gerçek manada devletleşebilmiş her toplum da aynı tepkiyi verir. Zaten bütün insanlığın hızla iç içe geçtiği çağımızda iç ve dış mesele kavramları da bir anlam değişime uğramıştır. Suriye İç Savaşı ne kadar Türkiye'nin iç meselesi olsa da iç politikanın bir malzemesi değildir. Değildir ancak akıl tutulmasına yakalanan toplumumuz Suriye İç Savaşını iç politika meselesi yapmak şöyle dursun, devletimizin ve ulusumuzun bir bekaa sorunu haline getirmiştir. 2011 yılından itibaren diğer konularda olduğu gibi Suriye konusunda da alanında yetkin olan kişi ve kişiler, Erdoğan'ı defaatle uyarmış ama küresel liderin bir bildiği daima olmuş ve o bildiği, bugün Türk Ordusunu, Suriye'nin üçte birlik alanına askeri harekat yapmak zorunda bırakmıştır.

Tuhaf olan ise Erdoğan Türkiyesinin yüzde yüz haklı olmasıdır. Erdoğan Türkiyesi harekatın gerekçesini şöyle özetlemektedir: Suriye'de yaşanan iç savaş sonrası ülke genelinde iktidar boşluğu oluşmuş, bu boşluktan nemalanan terör örgütleri terörizmin imkanlarından beslenerek güç kazanmış ve en nihayetinde bazı toprakları işgal ederek devletleşme sürecine girmiştir. Doğal olarak, yaşanan bu durum Suriye ile en uzun sınıra sahip olan komşu ülke Türkiye'nin huzur ve güvenliğine bir taciz hatta bir tecavüzdür. Türkiye'de devlet tepkisi olarak terör örgütlerinin yuvalandığı inlere askeri bir harekat gerçekleştirerek, Türkiye'ye yönelik tehdidi bir daha doğmamak üzere sonlandırmak istiyor. Erdoğan Türkiyesinin gerekçeleri, gerekçeden ziyade apaçık bir gerçekliktir. Ne kadar bu gerçeklik bazı çevrelerce ta 2013 yılından beri vurgulanıyor olsa da alıştığımız üzere Erdoğan Türkiyesi, beş yıllık bir gecikmeyle gerçekleri idrak edebiliyor. Olayların nasıl bu noktaya geldiğini tartışmak ve suçluları yermek veya -mümkün ise- yargılamak bugünün başlığı değildir. Bugünün başlığı, tarihe tanıklık eden insanların, ciddiyetiyle yaşanması ihtimal dahilinde olan olayları tartışmaktır. Türk Milliyetçilerince bugünün en mühim başlığı, Türk askerinin yani Mehmetçik'in kanının bir inat uğruna israf edilmesidir.

Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK), bilindiği üzere 24 Ağustos 2016 tarihinde başarıyla gerçekleştirilen Fırat Kalkanı Harekatıyla Suriye'nin Halep ilinin El Bab kentine girmiş, on bir ay önce 20 Ocak 2018 tarihinde Zeytindalı Harekatıyla da yine Halep ilinin Tel Rıfat kentini kurtarmıştı. Ancak öngörülebildiği gibi önümüzdeki günlerde gerçekleşecek olan askeri harekat, ilk ikisine benzemeyecektir. Çünkü Fırat Kalkanı Harekatı, Cerablus-El Bab hattı içindeki terör örgütü El Nusra ve Irak Şam Arap Devleti'nin (IŞAD) irili ufaklı gruplarına karşı, Zeytindalı Harekatı da Afrin-Tel Rıfat hattı içindeki Kürt Terör Örgütü PYD-YPG'ye karşı verilmiş ve Kürt teröristler Afrin'i savaşmadan boşaltarak Münbiç'e çekilmişlerdi. Gerçekleştirilmesi düşünülen ve hazırlıkları başlatılan askeri harekat eğer dendiği gibi Suriye-Fırat'ın doğusunun temizlenmesine yönelik ise harekat geniş bir alana yayılacak ve PYD-YPG teröristleriyle ciddi çatışmalara girilecek demektir. Muhakkak ki, yurdumuzdaki huzur ve güvenliğe yönelik tehdit oluşturan terör örgütlerine karşı gerçekleştirilecek olan harekat tüm kayıplarına rağmen sarılmaz bir iradeyle terörizmin kökleri kazınıncaya kadar sürdürülmelidir. Buna denecek söz yoktur. 

Fakat, burada yurdumuzun huzur ve güvenliği kadar bir şahsın inat ve ihtirası da göze batmaktadır. Zor geçeceği öngörülebilen böylesi bir harekata Türkiye niçin tek başına girmektedir? Mehmetçik, küresel hesaplaşmaların bir piyonu mudur? Tel Abyad'dan başlayacak harekat Suriye'nin ortası olan Der Zor kentine kadar sürdürülecek midir? Kürt terörizmin sonlandırılmasıyla iddia edildiği gibi IŞAD tekrar hortlarsa IŞAD'ı temizleme angaryasıda mı Türk ordusuna düşecektir? Varsayalım ki en iyi süreç gelişti ve Türkiye çok az bir kayıpla Fırat'ın doğusunu temizleyerek hakimiyeti sağladı, o zaman ne olacaktır? Mehmetçik'in mukaddes kanıyla kurtarılan o iller Türkiye'ye ilhak edilecek midir? Edilecekse hangi hukuki gerekçeye dayanılacaktır? Eğer ilhak edilmezse kime teslim edilecektir? Türk Silahlı Kuvvetleri bir temizleme aracı mıdır? Bu gibi soruların ne sonu gelir ne de cevabı gelir. Ancak ben hiç şüphe etmiyorum ki, Türkiye'de yurttaşlık görevini yerine getirmek için oy vermeye giden her örnek yurttaş, bu soruları geceleri uzun uzun düşünüyor, çevresindekilerle her ihtimali düşünerek tartışıyor ve ulaştığı sonuçlar çerçevesinde bu harekatı değerlendiriyordur. Bu gerçekliğe olan inancım Hititlerin Türk olduğuna olan inancımdan daha kuvvetlidir. İşte toplumumuzun yakalandığı akıl tutulması, Türk ordusunu bir bilinmezler silsilesinin içine düşürmüştür.

Yazının başından beri, bir çelişki baş gösteriyor. Yazıda hem düşünülen harekatın gerekçesinin apaçık bir gerçeklik olduğu, Türkiye'ye yönelik bir huzur ve güvenlik tehdidi bulunduğu kabul ediyorken hem de bu harekatın gerçekleşecek olmasından ötürü bir memnuniyetsizlik dile getiriliyor. Peki bu çelişkinin açıklaması nasıl yapılabilir?

Suriyenin kuzeydoğusunda devletleşmeye çalışan Kürt Terör Örgütü PYD-YPG, Türkiye için bir güvenlik tehdididir. Doğrudur ancak siyasilerin gafleti, dalaleti hatta hıyanetinin neden olduğu bu sorunun çözümü için Mehmetçik'in kanının masaya sürülmesi gerçekleşecek harekata karşı bir memnuniyetsizlik oluşturmaktadır. Bu memnuniyetsizliğin kaynağı da Cumhurbaşkanı Erdoğanın bizatihi kendidir. Çünkü Erdoğan, Suriye İç Savaşı'nın bütün yükünü her anlamda Türk Milletine yüklemekte ve Suriye'de ortaya çıkan sorunları Türk askerinin kanıyla çözmeye çalışmaktadır. Oysa Türkiye'de tıpkı Rusya ve İran'ın yaptığını yapabilir. Rusya ve İran müttefiği olan Suriye Devletine düşük katılımlı destek vererek Suriye'de terörizmin sonlanmasına yardım etti, ediyor. Türkiye'de Suriye Devletine vereceği her türlü yardımla Fırat'ın doğusunu bir kurşun atmadan, bir Türk askerinin burnunu kanatmadan Kürt terörizminden temizleyebilir. Suriye Devletinin gerçekleştireceği kara harekatına Türk Hava Kuvvetleri ile havadan destek verilerek güney cephemizin kısa süre içerisinde kapanması sağlanabilir. Böylelikle Suriye İç Savaşı son bulur, Türkiyeyi istila eden dört milyon Suriyeli mülteci, yurtlarına geri gönderilir. Ecdadımız Hz. Süleyman Şah'ın kabri Caber Kalesi'ne geri taşınır. Türkiye elindeki İdlib-Cerablus hattını iki eşit devlete uygun düşen bir saygıyla Suriye Devletine vererek sınır gerisine çekilir. Suriye Türkmenlerinin her Suriyeli gibi yaşamasının ve cadı avından uzak tutulmasının yolu bulunur. Türkiye Devleti ile Suriye Devleti arasındaki karşılıklı ilişki 2011 yılı öncesine döndürülür. Şam Emeviyye Camii'nde şükür namazı yerine 23 Nisan Çocuk Bayramında Halep'te Türk ve Suriyeli çocuklar için şölen düzenlenir.

Yukarıdaki cümleler okuyuculara toz pembe gelmiş olabilir lakin bunun gerçekleşmemesi için ne gibi bir ulusal çıkar çatışması var? Suriye Devletinin Türkiyeye karşı bir tacizi, bir arka kapı diplomasisi mi var? Türkiyenin Suriyeden toprak almak gibi bir gayesi, bir iddiası mı var? Aramızda sadece her komşu devletler arasında olabileceği gibi bir su meselesi var. O da anlaşma masasında karşılıklı kazanmayla çözülebilir. Yani görüldüğü gibi Türkiye ve Türk Milletinin Suriye Devleti ile hiçbir ciddi sorunu yoktur. O halde Türkiye ile Suriye Devletinin işbirliği yapmasına engel olan nedir? Sadece Erdoğan'ın inadı ve ihtirasıdır.

Suriye Devleti, topraklarının üçte ikisinde yeniden egemenliğini sağlamış, Arap Ligi Suriye ile yeniden temaslara başlamış, bugün ABD ve Avrupa Birliği dahil belli başlı dünya devletleri Suriye Devlet Başkanı Beşşar Esad'ın gerçekliğini kabul etmiş olmasına rağmen Erdoğan Türkiyesi Suriye Devletini ve o devletin devlet başkanı olan Beşşar Esadı tanımamaya devam ediyor. Peki Erdoğanın bu tavrına, 'evet, ülkemizin ve milletimizin çıkarları bunu gerektirdiği için yapıyor' mu deriz yoksa bunun dağ gibi bir inat olduğunu mu düşünürüz?

Bugün harekatımızın hedefi olan PYD-YPG Kürt Terör Örgütlerinin ele başı olan Salih Müslimi defalarca Ankara'da ağarlayan, 29 Ekim 2014 tarihinde Kuzey Irak Bölgesel Yönetimi eşkıyalarının (Peşmerge) Türkiye üzerinden Ayn el Arab'a (Kobane) geçmesine izin veren Erdoğanın, Suriye ve Esadı muhattap almamadaki ısrarı nedir, nedendir?

Suriye Devlet Başkanı Beşşar Esadın yaşanan sekiz yıllık iç savaşın ardından hala Suriyenin kilit yerlerini elinde tuttuğunu gören herkes, Esadın kalıcı olduğunu anlamaktadır. Zaten Suriyenin demokratikleşmesinin bizim açımızdan ne gibi bir fayda taşıdığı da sekiz yıldır merak konusudur? Birçok etnik kimliği, inanç ve mezhep grubunu, ideolojik kesimi içinde barındıran ve eğitim-kültür düzeyi herhangi bir Doğu Avrupa ülkesinden dahi geri olan Suriyenin demokratikleşmesi Suriyeye, Türkiyeye ve bölgeye ne kazandıracaktır? 12 Eylül 2010 tarihli Anayasa Değişikliğiyle biz, Türkiye demokratikleşti de ne oldu sanki? 15 Temmuz 2016 tarihinde Türk Milleti ve Türk Ordusu ayağa düşmüş olan Türk Devleti'ni ayağa kaldırdı. Görebildiğimiz kadarıyla Erdoğan Türkiyesinin batağa saplanan diplomasisini de yine Mehmetçik'in, Türk askerinin kanı temizleyecektir.

Bugünden sonra bu harekâtın Suriye Devleti eliyle sürdürülmesini beklemek şüphesiz ki hayaldir. Ve ne acıdır ki, siyasilerin sırf siyasi hırsları uğruna devleti bekaa sorunu ile karşı karşıya düşürmesi bir yargı-yüce divan meselesi olacağına sınırötesi bir askeri harekat olmaktadır. Rusyanın, İranın ve ABD'nin az bir zararla kurtulduğu Suriye İç Savaşının siyasi, ekonomik, toplumsal sorunlarının üstüne askeri yıkımı da Türkiyenin omuzlarına yüklenmektedir.

Ancak toplumumuzun yakalandığı, içine düştüğü akıl tutulmasının belirtisi bu örnekler değildir. Akıl tutulmasının belirtisi, bütün toplumun bu yaşananları olağan görmesidir. Ne siyasal iktidarın tabanı, ne muhalif taban hiçbiri üstlerine düşen tarihi sorumluluğu yerine getirmemesidir. Toplumca gerçekten bir tutulmanın içindeyiz. Aslında herkes her şeyden şikayetci ancak yine de hiçbir şey yapılamıyor, gözlerimizin önünde inat uğruna işlenecek cinayetler dahi engellenemiyor.

Mamafih elimden hiçbir şey gelmese de şahsi bir inat yüzünden işleneceğine kani olduğum bu cinayetlere ortak olmadığımı, -vicdani bir görev olarak- bildirmek istiyorum.

Tanrı Mehmetçik'i Korusun!