Çocuklar doğuştan sorun çözücü olarak programlanmışlardır. Başarı onların fıtratlarında var. Aslında başarısız çocuk diye bir şey yok, sadece etiketleme var. Çocuklarımızı etiketleriz, bazen hiperaktif, bazen tembel, bazen de parçalanmış aile çocuğu diye vesaire. Zihin olarak donanımlı doğan, yürümeyi, yemeyi öğrenebilen çocuklarımıza bu tür psikolojik baskıları reva görürüz. Çünkü ölçüt okul başarısıdır. Sistem aslında öğrenmeyi, sorun çözmeyi değil hafızayı, ders çalışma emeğini ölçmektedir, sistem böyle işlemektedir.

Dünya tarihi okulda uyum sorunu yaşayan, başarı gösteremeyen dahi kişilerle dolu. En bilinenleri Thomas Edison, Gregor Mendel, Albert Einstein, Balzac, Isaac Newton. Hatta Steve Jobs, Bill Gates ve Mark Zuckerberk üniversite mezunu bile değillerdi. Buna benzer örnekler ülkemizde de küçümsenmeyecek kadar fazla. O zaman okul başarısı ile hayat başarısı arasındaki korelasyonu tekrar gözden geçirmek gerekiyor. Okul başarısı ile hayat başarısı doğru orantılı olsa ülkemizde her yıl tüm sınavlardan birincilikle çıkanlar, bugün ulusal ve uluslararası önemli işlere imza atmış olmaları ya da ülke yönetiminde görev almış dahi kişilikler olması gerekiyordu.

Şu an üstün zekalı çocukları bulup, onları da etiketlemek gibi bir hususiyetimiz oluştu. O çocukların üzerine de ziyadesiyle yük yüklemeye çalışıyoruz. Ancak şunu unutuyoruz, onlar her şeyden önce diğerleri gibi çocuk. Onların gözümüzde kocaman bir zeka küpü olarak görmemiz bazı şeyleri kaçırmamıza neden olabilir. Zeka dediğiniz şey tek tip bir şey değildir. Matematikte üstün yetenekli olup, sosyal becerileri yetersiz de olabilir. Öyleyse tüm öğrencileri önce çocuk olarak görüp farklı öğretim yöntemleri uygulayıp problem çözme, iletişim kurma, akıl yürütme becerilerini geliştirmeyi amaçlayan bilişsel öğrenme yoluyla bilgilerin anlam kazanmasını sağlamalıyız.

Problem çözme hayata ve topluma uyum sürecidir. Sorunları güçlük olarak değil, fırsat olarak değerlendirmek gerekiyor. Gelecekte karşılaşabileceği problemlerin üstesinden gelebilecek bireylerin yetiştirilmesi eğitimin öncelikli hedeflerinden biri olmalıdır. Değişen eğitim sürecinde hiçbiri problem çözme becerisi kadar etkili olamamaktadır. Bu akımı destekleyen felsefi anlayışın temsilcilerinden John Dewey'e göre bireylerin, toplumsal yaşama ve değişime uyum sağlaması, başarılı ve bağımsız olarak yetişmeleri için bu beceriyle donanımları gerekmektedir. Bu felsefi düşüncede, bilginin soyut olarak elde edilmesi ve bilginin öğretmen tarafından çocukların zihinlerine doldurulması görüşü yer almaz. Problem çözme bilgi edinmede esastır. Bilgi, yaşantı edinmede, yaşantıları geliştirmede ve yeniden düzenlemede araçtır. (Demirel. 2002:27; Sönmez, 1994:95-105; Tozlu, 1997:40)   

Atatürk sorun çözmekten ziyade bilgi yüklemesi yapan eğitimden duyduğu rahatsızlığı aşağıdaki konuşmaları ile dile getirmiş:

  "Kitapların cansız teorileriyle karşı karşıya gelen genç beyinler, öğrendikleriyle memleketin gerçek durumları ve menfaatleri arasında ilişki kuramıyorlar. Yazarların ve nazariyatçıların tek taraflı dinleyicisi durumunda kalan Türk çocukları, hayata atıldıkları zaman bu ilişkisizlik ve uyumsuzluk yüzünden tenkitçi, karamsar, millî şuur ve düzene uyumsuz kitleler meydana getirirler." MEB,2001c:138).   

Atatürk, başka bir konuşmasında şöyle diyor: "Eğitimimizin amacı; kendini, hayatı bilmeyen her konuda yüzeysel bilgi sahibi, tüketici insan yetiştirmek olmuştur. Bütün bu uygulama ve programlar ne veriyordu? Çok bilmiş, çok öğrenmiş birtakım insanlar... Ama neyi bilmiş? Bir takım nazariyatı bilmiş!. Fakat neyi bilmemiş? Kendini bilmemiş hayatını, ihtiyacını bilmemiş ve aç kalmış! İşte bu öğrenim tarzının uğursuz sonucu olarak denilebilir ki, memlekette aydın olmak demek çok bilmiş olmak demektir, sefalette ve fakirliğe mahkum olmak demektir." (Akyüz, 1993: 292).

 1 Mart 1923'te TBMM'nin 4. toplanma yılının açış konuşmasında: "Eğitim, işe yarar, üretici ve hayatta başarılı olacak insanlar yetiştirmelidir. Eğitim ve öğretimde uygulanacak yöntem, bilgiyi insan için fazla bir süs, bir baskı aracı, yahut medeni bir zevkten ziyade, maddi hayatta başarılı olmayı temin eden işe dönük ve kullanılabilir bir vasıta haline getirmektir." diyor (MEB, 2001c: 140).

 1931'de de şöyle der: "İlk ve orta öğretim mutlaka insanlığın ve medeniyetin gerektirdiği ilmî ve tekniği versin. Fakat o kadar pratik bir tarzda versin ki, çocuk okuldan çıktığı zaman aç kalmaya mahkum olmadığına emin olsun." (MEB, 2001a: 299).

 Ayrıca, "Dersler yalnızca kitaptan değil, hayatın içinde öğretilmelidir." diyor bir başka konuşmasında. (Akyüz,1993: 286).    

Atatürk bu konuşmaları miras bırakmış, eğitim felsefesini buna göre şekillendirmişken, bu seviyeye nasıl geldik düşünelim biraz.

Sorun çözme becerisi, bireyin birey olma ve çevresiyle baş etme sürecinde en belirleyici unsurlardan birisidir. Zira ülkemizin gelişimi ve refahı da bu üstün yeteneğin gelişimine bağlıdır. Problem çözmede olumlu benlik algısına sahip olan kişiler, gerçek problem çözme becerisinde de başarılı olacaklardır.

Mevcut ezberli sistemde kaygıları ve korkuları kabullenmiş görünüyoruz. "Sınav kaygısıyla baş etme yolları", "hafıza teknikleri kursları" bu sistemin marazlı sonuçları değil mi? Sorun çözme becerilerini kazandıramadığımız gibi, çocuklarımıza sorun açmıyor muyuz? Elbette bu anlattıklarımız üstün yetenekli ve üstün zekalı çocuklar için de geçerli. Eğitimin niteliğini artırmak istiyorsak çevresine duyarlı, işbirliğine açık gençler yetiştirmeliyiz. Bu bağlamda bakanlığın gelecekte tüm okullarda kuracağı ve pilot uygulamaya başladığı "Tasarım ve Beceri Atölyeleri" sorun çözen çocuk felsefemizle örtüşüyor.

Unutmayalım ki sorun çözen çocuklar fark yaratıyor. Uluslararası eğitim göstergemizdeki olumsuz farka da bu açıdan bakmak gerekiyor. Eğitim o kadar karmaşık değil, çocuklar gibi basit düşünelim, büyükler gibi basit düşünmeyelim.