Hem bu memlekette düşünen adam deliliğin sembolü değil mi?

 Yarın (18.12.17) öğrencisi bulunduğum Karadeniz Teknik Üniversitesi Hukuk Fakültesi'nde "özgüven ve hitabet" konulu bir söyleşi yapılacak. Konuşmacı da "Var Mısın Yok Musun" ve "Survivor" yarışmalarıyla ünlenen Hakan Hatipoğlu olacak. Konuyla alakalı çok düşündüm. Birkaç eleştiri yapmayı, konferansa gidip birazdan aşağıda yazacaklarımı bizzat orada söylemeyi aklımdan geçirdim. Fakat arkadaşlarımın emeğine zarar vermemek adına yalnızca buradan birkaç söz söylemekle yetineceğim. Neden herkesin ortasında değil? Çünkü şöyle bir söz duymuştum "akıllı insan akarsu gibidir, onu içmek için eğilmek gerekir".

Yazıya arkadaşlarımı tenzih ederek başladım. Çünkü ortada zaten sürüp gitmekte olan bir durum var. Onlar da bu duruma hüsnü niyetle uymuşlar. Fakat ortada "üniversite" adına ciddî bir gariplik var.

TDK üniversiteyi "Bilimsel özerkliğe ve kamu tüzel kişiliğine sahip, yüksek düzeyde eğitim, öğretim, bilimsel araştırma ve yayın yapan fakülte, enstitü, yüksekokul vb. kuruluş ve birimlerden oluşan öğretim kurumu, darülfünun" olarak izah ediyor. Üniversiteyi liseden veya ilkokuldan ayıran özellik -TDK tanımında da iki kez vurgu yapıldığı üzere- bu "bilimsel" tavırdır. Üniversitenin tarafını ben yapsam "bilginin üretildiği, tartışıldığı, geliştirildiği ve nihayet yaygınlaştırıldığı yer" şeklinde yapardım. Üniversiteden beklenen araştırma ve sorgulama faaliyetiyle bilgiyi üretmesi, üzerinde çalışarak geliştirmesi; öğrencilerle tartışarak hem yeni ufuklar araması, hem de öğrencilere bu ilmî duruşu kazandırarak nihayet toplumda bilginin yaygınlaşmasını sağlamasıdır. Böylece (sanırım bu sözü Erol Güngör'den veya Nureddin Topçu'dan okumuştum) "üniversite bir milletin lokomotifi" olmak durumundadır. Milletlerin gittiği yeri çoğu zaman üniversiteler belirler. Topluma ufuk kazandıran, değer üreten, tekniği geliştiren hep üniversitelerdir. En azından böyle olmalıdır.

Fakat gelin görün ki iş böyle olmaktan pek uzaktır. Üniversite kürsünün arkası için bir mesaidir, yapılan faaliyet de bir meslekî öğretimdir. Burada meslekte kullanılacak kısayollar öğretilir, bir bilginin kıymetini meslek hayatındaki maddî dönüşü belirler. Felsefî arka plan, tarihî gelişim sanki bir "esatir'ül evvelin"dir; hızla geçilir, atlanır. Böylece kürsünün arka tarafında zihin bugünden ibarettir. Geçmişi nedir ki, geleceği ne olsundur. Mesele günü kurtarmak, sınavlarda yüksek başarıyı elde etmek, daha çok reklam yapabilmektir. Böylece üniversite dediğimiz tıpkı bir dershane gibidir de… (İstisnaları tenzih ederiz.)

Kürsünün önünde ise üniversite her şeyden önce lisenin bir devamıdır. Bir meslek kazandırma kursudur. Burada mesleğe giriş için gerekli bir hukukî prosedür olan diplomayı almak için belirli kurlara katılmak gerekir. Aslında kurlar birer angaryadır, fakat nihayet diploma için de geçecek kadar bilmek gerekir. Bu kurlardan arta kalan zamanda üniversite "bir daha gelmeyecek" olan "gençliğin baharı", "son fırsattır". Bu itibarla kimisi için seks kulübüdür, partner aranır; kimisi için kahvehanedir, okeyde dördüncü amfiden bulunur; kimisi için de siyasî mücadelenin kalesidir, burada tarihte görülmemiş bir mücadele verilir ve adeta askerliği burada yapmak gerekir. Burada da istisna olan ve tenzih edeceğimiz bir avuç içindir ki üniversite bilgi aşkıyla yananlar için bir ocaktır.

"Ne kadar abarttın, konu Hakan Hatipoğlu'ydu, nereden nereye getirdin" diye düşününler olacaktır. Hâlbuki bu vatandaşın üniversitede konuşacak olması tam da bu sorunun odağıdır. Yanlış anlaşılmasın, bu adamı tanımam-etmem. Yani ne bir garezim, ne bir düşmanlığım var. Kendisinden, yaptığı işten rahatsız da değilim. İlgilenmem, fakat ilgilenenlere saygı duyarım. Herkesin ömür sermayesini çarçur etme hakkı var. Hakkı yok da… "hakkı" var.

Sorun şu. Bu arkadaşa sormak lâzım: "Ey Hatipoğlu, sen kimsin? Konumuz özgüven, sen üniversitede konuşma özgüvenini kendinde nereden buluyorsun? Özgüven dediğin şey haddin olmayan işlere cüret edebilme kabiliyeti midir? Şayet öyleyse bu değerli bir şey mi ki bunları üniversite öğrencileri karşısında konuşmaya kalkışıyorsun? Üniversite öğrencileri topluma öncülük edecek olan müstakbel entelektüellerdir. Onların ufkunu nasıl genişletmeyi vadediyorsun? Kutu açarak, adada kavga ederek mi bilgi üretilecek, geliştirilecek ve yaygınlaştırılacaktır? Üniversitelere sağlanan imkânlar bunun için mi vardır?"

Elbette bu soruların muhatabı Hakan Hatipoğlu değildir. Bu soruların muhatabı Ali Veli Selim de değildir. Bu soruların muhatabı bir sistem ve sistemin her bir çarkıdır.

Tüm bunları söylerken yinelemek gerekir: Üniversite öğrencilerinin kitaplara kapanmaktan dendritleri donsun, gözlerinin feri kaçsın, topluluk gördüklerinde ucube gibi oradan uzaklaşsın demiyoruz. Üniversite öğrencilerinin eğlenmeye, gezmeye, dinlenmeye hakkı yoktur hiç demiyoruz. Hele hele üniversite öğrencisinin siyasî bir duruşu ve farkındalığı bilakis olmalıdır. Fakat araçlar ve amaçlar birbirine karıştırılmamalıdır. Eğlenmek zihnin veriminin arttığı faaliyetlerdir hiç kuşkusuz. Zihin bazen dinlenmeye, boşalmaya ihtiyaç duyar. Siyasî duruşsa elde edilen bilginin bir pratik yansımasıdır. Görüldüğü üzere mesele bir denge kurabilme meselesidir. Ölçülülük her işin başıdır. "İlim yolculuğu" bir sohbette duyduğum bir benzetmeyle "akarsuya karşı kürek çekmek gibidir, bıraktığınız anda geriye gidersiniz".

Maalesef görünen odur ki aldıkları bilgiler üniversite öğrencilerinin kursaklarında kalmakta, içselleşememektedir. Aldığı onca bilgiye rağmen bir hukuk öğrencisi birçok hukuksuzluğu sanki normalmiş gibi yapabilmekte, bir tarihî bilginin nasıl güvenilir olacağı üstüne türlü dersler gören tarih öğrencisi mevzu siyasî asabiyet olunca türlü masallara inanabilmekte, bir edebiyat öğrencisi ve hatta maalesef ki Türkçe öğretmenliği öğrencisi hiç umursamazca Türkçeyi sosyal medya mecralarında rezil edebilmekteyse işte bundandır. (Bu konuda aşağıda bağlantısını vereceğim Peyami Safa'ya ait "Mezunlara Nutuk" başlıklı yazı mutlaka okunmalıdır.) Alınan onca bilgi tıpkı tımarhanede bir hapı yutmak istemeyen kişinin hapı dilinin altında saklayıp hemşire çıkınca hemen kusması gibi ders geçilince kusulmaktadır. Bunun sebebi felsefî arka plandan yoksun eğitimle bilginin aşkıyla çıldırmayan, yani talebe olamayan öğrencilerdir. Kitapta okuduğu bir bilgiyle heyecanlanmayan, kitabını altını -şurası sınavda çıkar diye değil- hakikatin parıltısını gördüğü için çılgınca çizmeyen, satırlar arasında kendini kaybetmeyen, yeri geldiğinde kitapla kavga etmeyen, sinirlenip bir kitabı duvara çalmayan, daha evvel düşünemediği bir pasajla ufku açılıp tüyleri diken diken olmayan bir kişinin üniversitede yeri yoktur! Yahut belki de bunları yapan bizlerin derhal bir tımarhaneye kapatılması gerekiyor. Hem bu memlekette düşünen adam deliliğin sembolü değil mi?

Bu yazıyı okuyanlar arasında Al Pacino'nun Serpico filmini izleyen birçok kişi çıkacaktır. Serpico'nun ıstırabını yaşayıp Serpico'nun uğradığı ihanetlere uğrayan kişiler olarak yine orada anlatılan bir hikâye ile bitirelim: "Bir kral varmış ve kendi krallığını yönetiyormuş. Krallığın tam ortasında bir kuyu varmış. Herkes oradan su içermiş. Bir gece bir cadı gelip kuyudaki suyu zehirlemiş. Ve ertesi gün kral dışında herkes o kuyudan su içmiş. Hepsi delirmişler. Caddede toplanıp 'Kraldan kurtulmalıyız, çünkü kral delirdi,' demişler. Ve ardından kral gece gidip kuyudan su içmiş. Ertesi gün tüm insanlar mutluymuşlar çünkü kralları iyileşmiş."

Pirali Çağrı ŞENSOY

17.12.2017

Ek: Peyami Safa - Mezunlara Nutuk (Yazıyı okumak için üzerine tıklayınız.)

Ek-2: Düşüncemin bir benzerinin yapıldığını sonradan öğrendim. Aşağıda paylaşıyorum. İzletideki arkadaş inşallah bu yazıyı okur. 

Pirali'nin Defteri'nden okumak için...