Refahın sebeplerinin sebebi toplum sermayesidir. İllâ yabancı dil isterseniz sosyal kapitaldir. Böyle sebeplerin sebebine yönetim biliminde "kök sebep" deniyor. Refah ve zenginlik sosyal kapitali doğurmuyor; tersine refahı, zenginliği, demokrasiyi sosyal kapital doğuruyor. Acemoğlu ve Robinson refaha sebep diye liberal demokrasiyi gösteriyor; hâlbuki sosyal kapital liberal demokrasinin de sebebi. Çünkü sosyal kapitalin karşılıklı güven, saygı, sevgi gibi unsurları yoksa demokrasi mümkün değildir.

Kök sebep gibi bir mücevheri bulunca bilim dünyasının ilk yapmaya çalışacağı şey, onu ölçmektir. Sosyal kapitalin unsurları bellidir: İnsanlar arasındaki yatay bağlar, bu bağların kurdurduğu dernekler, birlikler, loncalar, şirketler, siyasî partiler… 1970 ve 80'lerde İtalya'yı inceleyen Robert Putnam, sosyal sermayeyi ölçmek için hem o günkü hem de tarihteki teşkilatları ve her birinin üye sayısını arayıp buluyordu. Bugün de sosyal sermayenin nasıl ölçüleceğini OECD gibi kurumlar araştırıyor.

Fakat daha mükemmel ve kapsamlı ölçüler bulana kadar elimizde sosyal sermaye yükselince yükselen, düşünce düşen bir değişken var: Güven.

Fukuyama, sırf güven üzerine bir kitap yazdı ve adını da -iyi bildiniz- "Güven" (Trust) koydu. Güvensizlik, toplumdan tahsil edilen, fakat topluma geri dönmeyen bir vergi gibi, ülke ekonomisini olumsuz etkiliyordu. Dünya Değerler Taraması (World Values Survey) "Güven İndeksi" (Trust Index) diye bir anket tesis etmişti ve ülkeler bununla değerlendirildi.

Son derece basit bir indeks ve son derece basit bir anket:

Katılanlardan şu iki ifadeden birini seçmesi isteniyor:

1- İnsanların çoğuna güvenilir.

2- İnsanlarla münasebette dikkatin fazlası olmaz.

Anket yapılan toplumun puanı 100'den başlıyor. Güvenilir diye cevap veren yüzde bu puana ekleniyor, (2) cevabını verenlerin yüzdesi çıkarılıyor:

Güven İndeksi=100+(1) diyenlerin yüzdesi –(2) diyenlerin yüzdesi.

Mesela toplumun yüzde altmışı güvenilir cevabını verir, yüzde kırkı çevresine güvenmezse Güven İndeksi: 100+60–40=120 oluyor. Bu kurala göre güvenenlerin yüzdesini bulmak çok kolay. İndeksin yarısı, güvenen yüzdeyi veriyor. Misalde 120'nin yarısı 60. Güvenmeyenleri bulmak için de bunu 100'den çıkarır ve 40 elde ederiz.

SOSYAL SERMAYENİN İFLASI

2004-2009 yılları arasında yapılıp 2016'da açıklanan verilere göre "Güven İndeksi"nin, dolayısıyla sosyal kapitalin en yüksek olduğu dört ülke şunlar: Norveç 148, İsveç 134, Danimarka 132 ve Çin 121. Bu rakamlara göre bu ülkelerde çevrelerindeki insanlara güvenenlerin yüzdesi sırayla 74, 67, 66, 60. Dünya ve OECD ortalamaları yüzde 60 civarında. Güven indeksinin en düşük olduğu dört ülke de şöyle sıralanıyor: Ruanda 10, Türkiye 10, Cape Verde 9, Trinidad ve Tobago 8. Buna göre Türk insanları arasında çevresine güvenenlerin oranı yüzde beş. Her yirmi Türk'ten ancak biri çevresindekilere güvenebileceğini söylüyor. 100 Türk'ten 95'i "aman dikkat, bana kazık atarlar" diye düşünüyor.

Daha kötüsü, Türkiye'de güvenin yirmi yıldan kısa bir sürede yüzde 50 civarında azaldığı görülüyor. Bu da dünya rekorları arasında. İyiye gidiyoruz diyenler bu rakamlara bir göz atsın. İllâ iyimser olacaksak şöyle avunabiliriz: Sosyal sermaye bu kadar hızlı azalabiliyorsa, inşallah bu, yine hızlıca artabileceğinin göstergesidir. Son yirmi yılda ne yaptıysak, onları yapmayı terk ettiğimizde, bir ihtimal, dünya ortalamasına yükselebiliriz…

Anket 117 ülkede yapılmış. Biz 115.'yiz. Sondan üçüncü! Bu sondan üçüncülük diğerlerinden daha kötü. Gerçi PISA gibi ölçümlerde de sondan üçüncülük civarındayız. Fakat onlarda sondan üçüncü olduğumuz grup meselâ OECD ülkeleri veya Avrupa ülkeleri gibi nispeten küçük ve kalkınmış ülkelerdi. Güvende 117 ülke arasında sondan üçüncüyüz! En düşük notumuz bu ve güven sosyal sermayenin göstergesi olduğuna göre sosyal sermayede iflas seviyesindeyiz. Ve sosyal sermaye kalkınmanın kök sebebi!

Bu veriler elimizde olduğuna göre güvensizliğimize bir tane güvensizlik daha ekleyelim ve çok iyiye gittiğimizi söyleyen politikacılarımıza ve onların sözcüsü pseudo-entelektüellere de güvenmeyelim. Türkiye bir yere varacaksa her şeyden önce düzeltilmesi gereken güven düşkünlüğümüzdür.

Siyasî parti liderlerinin ne yapacaklarını anlatmak yerine kendilerinden başkasının ne kadar kötü olduğunu anlatmayı tercih etmelerinin; hatta partinin mevcut yönetim kadrosunun, muhaliflere ajanlık dâhil her hakareti yakıştırmasının sebebi de ortaya çıkıyor. Ancak yüzde beşi yanındakine güvenen bir toplumu öcülerle korkutmak, başkalarının ne kadar kötü, hain, ajan vs. olduğuna inandırmak kolaydır. Özünde paranoid toplumu iç siyasette de dış siyasette de üst akıllara, herkesin kendilerine oyun düzenlediğine ikna etmek de kolaydır. Ancak eşsiz liderlerdir ki bu oyunları bozabilir, öcüleri kovabilir.

Etrafını kendisine kazık atmak için fırsat kollayan, açık ve gizli düşmanlarla çevrili gören insanımızın güvenli bir liman araması, bir cemaate, bir koruyucuya, bir torpile, bir mafyaya, bir "baba"ya sığınması anlaşılır sapkınlıklardır. Etraf bu kadar düşmanla çevriliyken komplolar vehmetmek, başarısızlıklarını başkalarından bilmek… Hepsi makuldür.

YUKARIDAN SARKITILAN İPLER!

Güvende dünyanın dibinde yer almamızın başka sonuçları da var. Güvenmediğiniz insanı sevebilir misiniz? Hayır! O sizi sever mi? Hayır! Güvenmediğiniz insanı sayar mısınız? Hayır! O sizi sayar mı? Hayır! Böyle insanlardan oluşan bir çevrenin ülkenin çıkarları yönünde karar alabileceğine inanıyor musunuz? Hayır!

Peki demokrasiye, yani ne yapılıp ne edileceğine, karar verirken yüzde 95'ine güvenmediğiniz insanların sizin doğrunuzda/yanlışınızda birleşmesi mümkün görünüyor mu?

Partinizin bir sürü hainle, size düşman insanlarla dolu olduğunu biliyorsunuz. Bu size kazık atmak için fırsat kollayan güvenilmez insanların kirli siyaset içinde yararlı yönde oy kullanacağına, dolayısıyla parti içi demokrasinin faydasına inanır mısınız?

Şaka mı ediyorsun? Tabiî ki… Hayır, hayır, hayır!

Bu bataklıktan sizi tutup çıkaracak olan o güvenilmez insanlar olabilir mi? Asla. Kurtuluşunuz yukarıdan sarkıtılan ipledir. Cemaatin başının, tarikat şeyhinin, partinizin başındaki büyük adamın, o büyük adamların sizin bölgedeki yakininin yardımı, tavsiyesi, kartıdır. Hep dikey bağlantılardır. Dikey disiplindir. Çünkü yan yana durduğunuz insanların yüzde 95'i sizi kazıklamak için fırsat kolluyor: Hoş geldin Mezzogiorno, hoş geldin mafya.

İnsanımız bilhassa devlet dairesine bir iş için müracaat edecekse, devletin herhangi bir hizmetinden, meselâ hastaneden faydalanmayı düşünüyorsa ilk yaptığı şey tanıdık aramak veya yakınlarına o gideceği yerde tanıdıklarının olup olmadığını sormaktır. Belli ki şehirli olmaya olmuşuz ama cemiyet (Gesellschaft-sosyete) değil cemaat (Gemeinschaft) halindeyiz.

Çevreye, yani yatay ilişkilere güvensizlik, çevrenin muhtemel düşmanca tavrına karşı düşey ilişki aramak… Bu eğilimi Engin Geçtan Hoca çok güzel anlatır: "Koca koca insanlar, ellerinde göbek kordonları, sokup rahatlayacakları priz arıyorlar." Şahsiyetimizi kaybetmek karşılığında ana rahminin rahatlığı!

Yukarıdan aşağıya doğru yönelen kurtarıcı ellere siyaset biliminde "clientelism" ve "patrimonialism" deniyor. Birincisi seçmene oy karşılığı nakdî veya ayni (kömür, makarna…) rüşvet vermek; ikincisi -daha granüler- tek tek şahıslar bazında tayinlerde, terfilerde, ihalelerde bizimkilere torpil yapmak.

Siyaset bilimi ve sosyolojinin bulguları, FETÖ olayını daha kolay anlamamıza ışık tutabilir. Fakat bu ışıkta görmemiz gereken diğer husus, meselenin FETÖ ile sınırlanamayacağıdır. Güven, sevgi, saygı ve bunların tabiî sonucu olan demokrasinin bulunmadığı her ortamda yeni paralel düşey teşkilatlar doğar. Bu paralellerin adı bazen cemaat, bazen tarikat, bazen teşkilat, bazen mafya, bazen de bizim parti olabilir.

AYNI DEĞERLERİ PAYLAŞMAK

Aslında böyle yapılara cemaat denmesi yanlıştır. Gerek bizim kültürümüzdeki kullanımıyla, meselâ birlikte namaz kılmak üzere bir camide toplanan insanlar anlamında, gerekse sosyolojideki "Gemeinschaft" anlamındaki cemaatte farklılaşmadan ziyade birbirine benzerlik, eşitlik baskındır. Hâlbuki bizde cemaat denildiğinde son derece düşey ve piramidal bir yapı kastedilmektedir.

Demokrasi ise sadece seçim değil; bütün topluluklarda, üniversitede, sendikada, partide ve bütün ülkede, şu yanımızda duran insanların çoğunluğunun bizim değerlerimizi paylaştığını bilmenin, onlara güvenmenin, onları sevme ve saymanın bir sonucudur. Bu unsurlar yoksa demokrasi yoktur. O zaman siyaset, çok sayıda düşey paralel yapının birbirini yenmeye çalıştığı pis bir kavgadır.​

...

İskender Öksüz yazdı: Belli ki şehirli olduk ama cemiyet değil cemaat halindeyiz

Bir önceki yazısında PISA verileri ışığında eğitim sorunlarının kökenine inen Prof. Dr. İskender Öksüz, bu kez toplumsal güven krizini kaleme aldı.